vakt-i ayrılıktır..


...

zamanın behrinde yolu bir dergaha düşen fakir bir adam; bir grup bektaşî ve mevlevînin oturmuş sohbet ettiğini görünce yanaşmış yanlarına. dergahlarını tanımak ve nasıl zikredildiğini öğrenmek istediğini söylemiş. dervişler nezaketten ödün vermeden başlamışlar kendilerini anlatmaya. bu arada onları dinleyen fakirimizin gözleri bu dervişlerin giysilerine takılmış..

mevlevîlerin giydiği kıyafetin kolları o kadar geniş ve uzunmuş ki; içine üç kişi daha sığarmış. hatta öyleymiş ki; sadece kollarını değil ellerini bile kapatıyormuş. bektaşîlerin kıyafetleri ise tam tersi daracık ve sadece kollarını kapatacak kadar kısaymış. sebebini merak eden adam sormuş mevlevî'ye"pirim, neden sizin kıyafetlerin kolları o kadar geniş ve uzun; var mıdır bir sebebi?" diye..

mevlevî biraz şaşırmış halde kollarını yukarı kaldırmış ve iki elini birleştirip şöyle buyurmuş: "evet vardır! biz insanların ayıp ve günahlarını başkaları görmesin diye örter, onları kapatırız.." demiş..  

bu yanıttan baya hoşnut olan adam bu seferde bektaşî'ye dönüp sormuş: "peki siz pirim; sizin kıyafetlerinizin kollarını neden bu kadar dar ve kısa. siz insanların ayıp ve günahlarını örtmez misiniz?

bektaşî kendi kollarına bakıp birkaç saniyelik dalgınlıktan sonra gülümseyip cevap vermiş: "biz mi? bizim geniş ve uzun kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. çünkü biz insanların ayıp ve kusurlarını hiç görmeyiz!".. demiş.



 ...bunu anlatmamın sebebine gelince. uzun zamandır yapmam gereken vatani görevimi yapma vakti gelip çatmış. iş bu ahvalden mütevellit aranızdan bir süre ayrılmak zorundayım. kütahya'da hava kuvvetleri komutanlığında bir acemilik devresinden sonra nereye gideceğimi bilemediğim dört aylık bir süre daha, sağ elimi başıma götürüp selam verir halde olucam..  

şimdi fazla söz söylemeye gerek yoktur zannımca. yalnız, buraya yazdığım her satır her kim içinse affına sığınırım. her kim için ise çektiğim fotoğraf aslen onundur. ben sadece onun anına şahitlik etmiş fakir bir kulum. bu sebepten sizden ricam yukarıdaki hikayeden kendinize bir saf tutun. ister o fakir, ister bektaşî, isterseniz de mevlevî olun; ama görmeyin kusurumu..

şimdiye kadar her kim bu günlüğe girip okumuş, yorum yapmış ise minnettarım kendisine. bundan sonrası için de burada olmak dileği ile..

selametle efendim, devletle..






kudüs'ün kutsallığında bir mekke yağmuru

...
- biraz zamanınız var mı acaba?

gün gelir öyle insanlarla karşılarsınız ki; hiç olmadık duygular yaşatırlar size. bir kişi değillerdir çoğu zaman. çiftlerdir. birbirlerine duydukları aşktan olsa gerek, hep daha fazlasını verirler size. dudaklarında bıraktıkları tuzu konuşurken tattırırlar. ve mutlulukları daima yüzlerinden okunur..


evet vardı zamanım.. hele de böyle içten, böyle muhteşem insanlar için. hatta bütün günümü bile harcayabilirdim onlara. sadece yüzlerindeki gülümsemeyi görmek için bile yapardım bunu! yaptım da..

eğer bir gün yolunuz sirkeci'ye düşerse oradan galata kulesi'ne çıkın. böyle aradan, taş merdivenli bir yol vardır orada. biraz yorucudur itiraf ediyorum ama hayal gibidir. tarih kokar, silemezsiniz üzerinizden. işte böyle bir günde karşılaştım bu iki güzel insanla. ellerinde makineleri birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlardı. tabi biraz zorlanarak..

- peki neden gelip sormadın bize fotoğrafınızı çekebilir miyim diye? eğer sorsaydın kabul ederdik ki biz! ama olsun biz sorduk, değişen bir şey yok. hadi başlayalım..


sonrasında ne olduğunu anlamadan galata'nın sokaklarında bulduk kendimizi. ikisi de birbirine öyle pozlar veriyorlardı ki; dedim acaba ben kenara çekilsem de onlar mı devam etse..

olmadı tabi ki, bırakamadım.. her zaman çıkmaz malum karşınıza böyle modeller. bir önceki yazımda da böyle bir modelle çalışmıştım ve hala onun mutluluğu var yüzümde. gitmiyor da.. bu sefer böyle oldu işte. harika iki modelle güzel bir çalışma oldu. bir sürü fotoğraflarını çektim ikisinin de. her zaman ki gibi beyefendi biraz daha çekingen, hanımefendi ise daha cesurdu. sanki o daracık sokaklar uçsuz bucaksız tarlalara dönmüş, yerimize sığamaz olmuştuk. tarih o kadar belliydi ki galata'da sizi içine hapsediyordu. eski taş binaların arasında biz değil, tarih bizden kaçmaya başlamıştı. ama yakaladık işte..


işte böyle güzel bir istanbul gününü, böyle iki muhteşem insanla geçirme fırsatı yakalamış birinin cümleleridir efendim bunlar. onları izlerken yaşadı hazzı, yazarken bir kere daha yaşamış; dirsek çürüttüğü ahşap sıraları hatırlamıştır. böyle saf, böyle masum aşkların gölgesinde kalmışlığım mahmurluğu, hafif soğuk havanın verdiği titremeyle birleşince ortaya bunlar çıkmıştır..


gelenek haline mi geldi bilmiyorum ama; bu yazıyı da bir şiirle bitirmek istedim;

sevmek gibi geliyordu her şey,
sevmek gibi gidiyordu kadın.
adının anlattığı canın teni yakmasıydı,
bir bulut, evet ama aslolan; bulutun suyu yağmasıydı..

şiirle biter dedim ama bitmedi. gelip bunu da söylemek istedim;

devrine hayran olduğum bu zaman için olsun yazdıklarım. öyle beter bir hal aldık ki artık; geride kalmışların en güzeli bile meşgul, en güzeli bile..


*daha fazla fotoğraf için; [bkz: fotoğraf albümü]



sipariş edilen yemeğin aşka dönüşmesi


eğer sokrates yemek yemenin felsefesini anlatmaya kalksa;

"ne gerek var söylemeye bakın işte budur"  
 derdi..


iş bu ahvalden mütevellit fazla konuşma gereği duymuyorum. duyamıyorum hatta.. 

bir insanın en sevdiği yemeği sipariş etmesi, sonra onu en sevdiği insanı bekler gibi beklemesi sanırım en güzel duygulardan biri. böyle olunca her anın bir portresini çizmek, o portrede yer almayı istemek suç olmasa gerek! işte böyle anların biridir efendim bu da. günlerdir belki de haftalardır yemek için beklediği yemeği önüne konmasını arzu eden, keşkelerini girişteki portmantoya asmış biri. çıkarken almayı istemediği de yüzünden belli..

yemek yemenin felsefesinden bahsetmicem elbette. haddim değil çünkü.. sadece onu beklemenin insana verdiği huzurdan, birazda heyecandan bahsedicem. fotoğrafa baktığınızda nedense bir eksiklik var gibi. sipariş ettiği yemeği bekleyen bir heyecan. kimi anların hüznünü yansıtan, kimi zamanda yemekten önce gelen salataya ekmek bandıran..


sormam lazım; neye değişirsiniz bu gülümsemeyi?? aklınıza ilk gelen şeyi söyleseniz dahi inanmam. allah aşkına nasıl bir mutluluktur ki bu insanı hiç etmediği kadar mutlu etsin! hani böyle hiç ummadık bir zamanda eski bir arkadaşını görmek, çoktandır istediğin ama alamadığın ayakkabıyı almak gibi..

unutun önceden yazdıklarımı siz benim. tanık olduğum bu anın ihtişamına kapıldım gidiyorum. sonrasında ne mi yaptım? sadece durup izledim.. bütün tabak bitip, arkasına yaslandıktan sonraki mutluluğunu görene kadar..

şimdi bu yazıyı bitirirken aklıma gelen bir şiiri yazmak gerek;

ölüp yok olma korkuların saçma,
yoktan varsa yükselen dalga oldukça;
sevgiyle isa gibi dirilmişsin sen,
ölüm yok artık sana dünya durdukça.