keskin kokular, pier 39 ve biraz da karides..

.

eksik yoktu sanırım. bütün yaşananların ardından şehrin en popüler mekanına doğru adımlıyorduk yavaş yavaş. halimiz vaktimiz yerindeydi meçhul mahalde. defalarca tereddüt ettiğimiz ama yine de yapmaktan vazgeçemediğimiz pisliklerimiz vardı bizim. biraz daha kalabalık olalım diye hemen her adımda şiddetleniyorduk. bu bizim için devrimdi. bunu farklı görüşlerde olduğumuz için yok sayanlarla bile aynı safta yürür olmuştuk ki, zaten san francisco'nun özünde yatan temel sebep de buydu. hiç ortada yokken bile nahoş duruşlar yaşatan, yaşattığı için de pişman olmayan lanet olası bir pislikti. acımasız, acınası.. peki bu kadar karmaşanın için tekdüze bir sevişmeyi nasıl başarıyordu?


bunun açıklamasını içimizden sadece ben yapabilirdim. çünkü ahşap bir spatula ile dünyayı kurtarırken bile sakin kalan ben, böylesine bir açıklama için biçilmiş kaftandım. öyle de oldu. san francisco'nun araba altı vurduran rampalarında bizleri hırçın birer çita gibi gösteren her detayı, bizim ona olan direncimizi arttırıyor, ele güne karşı mahçup etmiyordu. seramoniler ve az da olsa salon beyefendileri. irdeledikçe çirkinleşen hayatlar, leziz midyeler.. 


etik davranmak gerekirse san francisco; hiç olmadığı kadar yalnız bırakılmış ve kimseye etmediği şikayetleriyle kendine çeki düzen veren bir beyefendinin teki..

hepsi bu.




..week 34 is over!


san francisco üzerinden karakterli şehir aldatmacaları..

.

biraz ara vermiş olmak bir şehre, onun hatıralardan silinmiş olması gerektiği anlamına gelmemeli. bunu son bir kaç haftadır yazamamış olmam sonra düşünür oldum. çünkü zaten uzun zaman önce beynime yer etmiş hatıraların bir birikimi olanları yazıyordum ama bu projeye başladığımdan beri aksatmadan yazmış olmak filan derken bu sefer biraz eksiklik oldu. ihanet denemez, denmemeli buna. sonuçta bir önceki yazımda da belirttiğim gibi hayat, sizi yazmanız için değil de yazınıza malzemeniz olsun diye yoruyor. bu yüzden yazdıklarını aslında yaşadıklarını değil, hayatınız oluyor.. 


san francisco'da buna sebep olan şehirlerden olsa gerek. çünkü yaşadığım onca şeyin beynimde bıraktığı kalıntılardan biri ya da bir kaçında onun da izleri var. olmaya da devam ediyor hatta. çünkü hatıralarından eksik kalmış süregelen bir çok serzeniş sarfiyatı, bu şehir için az bile. siz kendisine ne kadar uzun baksanız o kadar çok çeviriyor kafasını. nasihatler, tek dizelik şiirler filan. bunların hangisine kanacak diye düşünüp dururken siz, o kendince senaryolarında başrol oynuyor. peki bunda kendi karakterini yaratmış bir şehir olması etkili mi? işte biraz da bunu konuşmak lazım.. biz genelde bize hoş gelen şehirleri severiz. ama hoş gelme sebepleri yatırıldığında masaya, aslında sırf bize hoş geldiğini de farkederiz. başkaları için içinden çıkılamaz cehennemlere gebe bir yer olabilir mesela. bu yüzden "şehrin karakteri" dendiğinde biraz genel bakmak lazım. çoğu insan san francisco için karakteri olan şehir diyebilir, hakettiği de doğru olabilir hakeza. merak konusu, bunu nasıl hakettiği.. bu kadar fazla turist çeken, gündemdeki şehir için iddialı bir söylem olsa da; san francisco bence bunu la'den daha fazla hakeder konumda. dediğim gibi göreceli. ki zaten burası da benim sayfam olduğuna göre azıcık lüksüm olmalı. sözün özü; bir şehri karakterli yapan kavramları, olguları, yapıları mı yoksa bize yaşattıkları mı? bence asıl sormamız gerekn asıl soru bu..

yoksa hepimiz karaktersiz şehirlerde yaşayan başlı başına birer karakterleriz..




..week 33 is over!


peki bütün her şey böyle mi başladı?

.



geçenlerde aldığım bi' mail üzerine bahsetmem gereken bir konu olduğunu anladım. mailin içeriğine, detaylarına girmeye gerek yok. kısaca şuydu konu;

"neden bazı yıllar çok fazla yazınız varken blogda, bazı yıllar neden daha az var?" 

mailie cevap vermeden önce üzerine düşünmeye başladım. çünkü ben "yazmak" eylemini yaparken bunun bir sebebin sonucu olarak yapmıyordum. durum tamamen olması gerektiğinden ileri geliyordu. benim yazmam lazımdı ve konu hiç olmadığı kadar basitti. yazmam lazımdı.. peki bunun bir zamanı, sayısı, miktarı olmalı mıydı? konu tam da burda asıl noktaların birleştiği sarmallara geldi işte. bu bir görev miydi; yoksa tamamen benliğin diplerinde dolanıp durun düşüncelerin, anıların kendi belirlediğim kurallar çerçevesinde harflere dökülmesi miydi? ben düşünmeden ikinci şıkkı işaretledim ama bunun daha net ifade edilmesi lazımdı. ben de öyle yaptım..

yazmak; anlam itibariyle kolay gibi görünse de, bir kaç kelimeyi bir araya getirip onlara anlam katmak tahmin edildiğinden de zor. kimisinin dertten, kimisinin neşeden içtiği bu dünyada; yazmak için sebep aramak bile başlı başına bi' uğraş. sebep aradığımdan değil tabi ki, sadece bir konu hakkında kelam edebilme yetisi sonradan kazanılan yetilerden değil. silip silip tekrar yazmak dahi çok zor. şimdi bunları okuduktan sonra "amma abarttın lan sen de iki kelime yazdın diye" düşünenler olacaktır. anlatmaya çalıştığım konunun zorlupu değil zaten, amacım insanların neden bazı yıllar / dönemler daha az yazdığı. burada da konu direkt "insan olmak" olgusuna varıyor. duyguları, hisleri olan varlıklara yani. başta da dediğim gibi; dertten ya da mutluluktan beslenen yazıların çoğunluğundan sıkılmış bünyeye sahip benim, farklı bir sebep aramasına gerek yoktu. olması gerekiyordu, yazmam lazımdı yani. böyle olduğunda bunun bir rutine dönüşmesi gerekir miydi tartışılır. mesela şuan öyle oldu.. bu projenin her hafta bir blog postu ile devam etmesi gerektiği benim bir amacım oldu. çünkü olması gerekiyordu artık. beynimdeki, ruhumdaki bütün anıları buraya taşmam gerektiği kadar, bunun bir de adı olmalıydı. o yüzden bu projeye bir ad verdim, bu yüzden yazıyorum 30 haftadır ara vermeden.. öncesinde daha az yazdığım, zaman mefhununu kaybettiğim, koskoca yılda sadece bir post girdiğim bu defterde, bu yıl başka olmalıydı.. öyle de oldu.. oluyor.

anlatmaya çalıştığım nokta şu; zaman ve yazmak kavramları tamamen içli dışlı gibi görünse de birbirlerine engel oluyorlar. farketmeden, kuralsız ve aniden. böyle olunca hangi dönemde çok yazmanın, hangi dönemde az yazmanın da bir kuralı olmuyor. akıp gidiyorsa kelimeler amenna; lakin olmadığı zamanlar da oluyor..

tıpkı geçmişte olduğu, gelecekte de olacağı gibi..



..week 32 is over!




aşık olmak berlin'e, bir haftasonu..

.

dönüp dolaşıp berlin'e geliyoruz.. geçen hafta dört günlüğüne berlin'e yolum düştü tekrardan. ama bu sefer yaz ayında, havalar muhteşemken. işin garip tarafı kışın bu kadar anlamadığım, sevemediğim şehre bu sefer aşık olarak döndüm. size tonlarca sebep sayabilirim, cidden. ama öncesinde neden bu kadar hayram kaldığımın temellerini kuralım birlikte. döndükten hemen sonra bu kadar stressiz geçen bir seyahatin sebeplerini araştırmaya başladım. sonucunda şu araştırmaya denk geldim. araştırmada da görebileceğiniz gibi, dünya'da en stressiz şehirlerin bir sıralamasını yapmışlar. gariptir ki ilk 10 şehrin dördü almanya'dan. bu ilk 10 şehrin içinde berlin yok belki, belki en üstlerde göremiyorsunuz ama konu zaten bu değil. olay, bir ülkenin mentalitesine yer etmiş kuralların; insanların hayatlarına nasıl etki ettiğini, onların hayatlarını nasıl kolaylaştırdığına şahit oluyorsunuz. kurallar dediysem öyle katı, herkesi kısıtlayan şeyler değil. klasik insanı ve gerekli ufak detaylar. araştırmada da gördüğünüz gibi baktıkları noktalar insanın aslında normal ihtiyaçlarının karşılanması yönünde. ulaşım, sağlık, yeşil alanlar, trafik yoğunluğu, hava kirliliği, satınalma gücü vs.. düşünün, bunlar aslında sizin hiçbir uğraş vermeden sahip olmanız gereken gereksinimler. ama malum ülkede bunlara erişmek her yiğidin harcı değil. işte berlin'de bunların nasıl kolay ve ulaşılabilir olduğuna yaşayarak şahit oldum..


bir kere şehir tamamen yeşilden oluşuyor. bildiğiniz koskoca bir ormanın içine şehir kurmuşlar da siz de bu ekosistemin içinde şehircilik oynayan küçük canlılarsınız. iyi ki de öylesiniz.. çünkü evinizden işinize giderken bile ufak ormanların, göllerin kenarlarından geçiyorsunuz. hava 32 derece olsa bile serin bir ortamdasınız bu ormanlar sayesinde, ki bu bile tercih sebebi olabilir. ulaşım kusursuz, hem de her açıdan. belki bir hollanda değil ama bir o kadar da bisiklet şehri.  koskoca şehri bisiklet ile atını üstüne getirdik, tek korna sesi dahi duymadan. bilmem kaç şeritli yollarda bile bisiklet kullanımı için ayırılmış yollar mevcut. şimdi bu anlattığım şeylerin bir çoğuna avrupa'nın çoğu yerinde erişebiliyorsunuz şeklinde aklınızdan geçirebilirsiniz. ama işte öyle değil.. berlin, bu konuda üst seviye bir porformans sergiliyor. tribünler dolup taşıyor yani..

daha bir sürü şey anlatabilirim, sayısız hem de.. ama önemli noktadan bahsedip kaçıcam;

bakın.. konu her ne kadar insanı gereksinimlerin karşılanması olsa da; bunu size sağlayacak kurum devlet, onu devam ettirecek ise orada yaşayan insanlardır. yani size bahşedilen bu güzellikleri ne kadar kullanacağınız tamamen size bağlı. işte berlinerler de bu işi kusursuz yapanlar. kurdukları, sahip çıktıkları şehir sonsuza kadar yaşasın..

ha unutmadan, rahmetli başkan jhon f. kennedy'nin 1963 haziran'ında dediği gibi; ich bin ein berliner..

temmuz 2018 / berlin



..week 31 is over!