ahşap bir spatula ile dünyayı kurtarma çabaları

.
serçelerin göç etme mevsiminden sanırım bir hafta önceydi. hiç olmayan bazı hikayeler yazalı, sonrasında bu yazdığım hikayeleri bastırmak için yayıncı arayışımın sanırım 7.yıl dönümüydü. evet! yine bulamamıştım. beni bu yoldan alıkoymaya çalışan bütün sürrealist ressamların -ki bunların başında dali geliyordu- hepsi; yaptıkları tabloların olması gerekenden daha kötü olduğunun farkındaydı. ve yine evet! hiç bir şey yapamıyordum..


arkadaşım uldvih, seri sonu mağazaların hengamesinden olsa gerek kılını dahi kıpırdatmıyordu. son zamanlarda yaşadığı o irlegüler sancıları bana yansıtmamak için çabaladığının farkındaydım lakin; bu onu yine de masum yapmazdı! yapamazdı. hal böyle olunca ona asıl gerçeği söyleme vaktinin geldiği hissine kapıldım. zaman zaman bazı hislere kapıldığım olmuyor değildi. mesela en son bir hisse kapılalı aşağı yukarı 13 yıl olmuştu. bu da sanırım dertsiz masa örtülerini çekmeceden çıkartıp gelecek misafirleri için hazırlık yapan annemin, çatal-kaşık yetmeyince beni karşı komşumuz şengül yengeye gönderdiği güne tekabül ediyordu. bu şaşılacak bir şeydi. daha doğrusu böyle bir şey hiç başımıza gelmemişti. çünkü babam bir züccaciyeciydi ve züccaciye dükkanına fil girmesi uğursuzluk getirirdi. bazı güçlere karşı koyma yeteneğim vardı benim, mesela haşlanmış patateslerin kabuklarını soyarken ellerim çok az yanardı. aynı yeteneğimin haşlanmış yumurtalarda da keşfettiğimde ise, babamın ilk çin imparatorlarından Qin Shi Huang'ın hazinesinden zorla kaçırdığı tamamen el işi vazoyu kutusundan çıkartırken kırmamla anlamıştım. işte asıl felaket şimdi başlıyordu. çünkü çin vazolarının trabzon telkarilerine karşı önlenemez yükselişi, aynı dönemde ortaya çıkan seyr-ü seferlerdeki tıklıkla açıklanmaya çalışılmış; fakat başarılı olamamıştı. kim di bunu sorumlusu? neydi uldvih ile beni birbirimize düşüren..

genelde dut silkelemek için çağrılan çocuktum ben mesela. anahtarı içeride unuttukları için açık tuvalet pencerelerinden girip kapıyı içten açan. bu yüzden gezegenimizdeki bütün evlerin tuvaletlerine aşinaydım. ne kadar da büyük bir onur değil mi? size şöyle söyleyebilirim; mahalle de visam lord sifon kullanan aile sayısı, penceresinden girip kapısını açtığım ev sayısından azdı. hatta bunu yaparken daracık pencerelerden girip alaturka tuvalete bodozlama atlıyor, tuvaletten çıkarken de ayakkabımı çıkartmam için defalarca tembihleniyordum. halbu ki ben dünyayı kurtarıyordum ve bütün gelecek planlarımı sırf bu yüzden ertelemek zorunda kalmıştım. kısaca tuvalet zeminine ayakkabı ile bastım diye salona geçememiş, oradan antreye ulaşamamış ve nihayetinde amacıma ulaşamamıştım. ayakkabılarım elimde etrafa afedersiniz ama mal mal baka baka kapıları açıyordum. hem de defalarca..

şimdi böyle durumlarda benim gibi süper kahramanlar biraz tedirgin olur. çünkü kapısını açmak için tuvalet penceresinden içeri girdiğiniz evin dış kapısına ulaşana kadar harcadığınız süre,  size bu kutsal(!) görevi veren mahalle sakinini tedirgin edebilir. normalde 20-25 saniye de almanız yolu 40 saniyeye gittiğinizi varsayalım. ev sahibi teyzemiz acaba evin orasını burasını mı kurcalıyor gibilerinden bazı ifrit duygulara kapılır. bu da bir süper kahraman için iyi bir şey değildir. hem de hiç iyi bir şey değildir. sırf bu yüzden bütün mahalle -bunu tekrar belirtmekte fayda görüyorum- kapıda kaldıkları her an beni çağırıyordu. unutmadan söylemek isterim ki bu ben de bir özgüven patlaması yaratmadı. aksine görevimi yapmanın verdiği huzur içinde diğer tuvalet penceresine doğru gidiyordum.