chapter 1; sonsuzluğun geri kalanını bruges'de geçirmek..

.


londra'nın küçük bir yerinde, altında hiç açılmayacak bir sürü hediye olan bir noel ağacı var. şunu düşünürüm hep; "eğer  hayatta kalırsam, o eve gidecek, oradaki anneden özür dileyecek ve bana uygun gördüğü cezayı kabul edeceğim." hapis, ölüm hiç sorun değildi. çünkü hapiste ya da ölüyken, kahrolası bruges'de olmazdım. ama sonra, birden aklıma geldi ve farkına vardım ki "siktir et dostum, belki de cehennem budur; sonsuzluğun geri kalanını Bruges'de geçirmek!" ve gerçekten ölmemeyi diledim.."  



tarihleri gözden geçirmeye başladığımda, buraya yazdığım şeylerin yavaş yavaş azaldığını görüyorum. sebebini düşündüğüm kadar, sonucuna ulaşmakta çektiğim güçlükleri sorumlusu da benim elbet. camii avlusuna bırakılmış bir çocuk gibi, farkındayım. şimdi bütün pişmanlığımla geri dönüp kucaklıyasım var burayı. tam bu esnada fonda çalmaya başlayan acıklı bir türk sanat musikisi eseri filan. ne hoş olurdu aslında! hem beni şu edebi söylemlerden kurtarırdı, hem de.. 


hem de ne!

bruges'e gitmeye karar vermem sanırım bundan 4-5 sene önceydi. kıştı, iyi hatırlıyorum. zaten ne zaman bi' yere gitmeye karar versem kış oluyor. hani sıcağı sevmemek filan da değil bu. sanki imrendiğim şehirler kışın hep daha güzel geliyor. en azından ben öyle görüyorum. kışın daha bir albenisi var gibi. daha kendinde, daha hep ben bilirimci bir tavır. sanırım buna aldanıyorum ya da inanasım var. neyse.. film bittikten sonra şunu dedim; eğer dünyada nefret edilecek bu kadar güzel bi' şehir varsa ben neden etmiyorum.. cidden! sırf bu yüzden kalkıp nefret etmek için bi' şehre gittik yani. bruges'e..


gittiğim şehirleri anlatış tarzımdan ötürü oraya gitmek isteyen bir sürü insan biliyorum. övündüğümden filan değil lan, bildiğin adam benim anlatış tarzımı sevdiğinden kalkıp o şehre, o ülkeye gitti. fahri elçiliğini filan yapsam keşke dediğim bile oldu, yalan yok. ama iş bruges'e gelince sanırım biraz kıskanıyorum onu sizden. nasıl söylesem böyle bi' benimsemişlik var sanki. aidiyet duygusu ya da, bilemedim. işin garibi bunu kaldığımız 4 gün içinde bana yaşatması! düşünsenize; bir filmde gördüğünüz ve size güzel gelen bir şehre aşık olduğunuz kadınla gidiyorsunuz ve siz kadını değil de, şehri kıskanıyorsunuz!

(DÜŞÜNEMEDİ!)


işin şakası, cidden size bruges'i güzel güzel anlatasım yok. bi' tarafım; "oğlum anlatsana işte. insanlar gidip görsün güzelim şehri, sana şehrin anahtarını vermediler ya" diyor. bi' tarafımda; "boşver hacı! nasıl olsa lucia'dan (daha sonra anlatıcam size kim olduğunu) öğrendin nasıl ev alınacağını. satarız evi barkı yerleşiriz bruges'e" diyor. hal böyle olunca ve ben iyi bir insan olduğumdan tabi ki ikinci sesi dinliyorum :)