zürih üçlemesi "bir insan cennete bu kadar yaklaşabilir sanırım.."

.

..gittikçe kuzeye yaklaşıyorduk. liman kentlerindeki o sükunet vardı sanki tepemizde. ne kadar yakın olsak suya, o kadar derinleşiyordu içimizdeki hissiyat. biz yalnızlığımıza alışmaya çalışırken isviçre alpleri'nde, yarı dolu vapur kalkıyordu zürih'in kırsalından. içinde beklemediğimiz sürprizleri karşılıyorduk elimizde biralarımızla. bilet kontrolü yapan adam ilk olarak hatrımızı soruyordu biletlerden önce. ben elimiz uzatıyordum, o lafı. ortak paydada buluştuğumuz tek şey alplere doğru yol alan vapurdu, başka bi' şey değil. kadehlerin dibini görmek gibiydi bizim için alpler. hep beyaza alışmamış mıydık zaten, az biraz kalsa bile kafamıza dikmiyor muyduk su karıştırılmış beyazlıkları. bunlar bizim kaderimizdi oysa ki. koskoca dünyada sabrımız zorlayan son şey belki de alplerin beyazdı ve biz bununla sınanıyorduk. yanımızda, yani vapurun balkonunda çocuğunu emziren kadın da sınıyordu bebeğin kaderini. yine beyazla ve yine alplerle kıyaslarmışcasına. biz üzerimizdekileri versek mi acaba üşüdü bu veled diye düşünürken ilk durağa yanaştı vapur. 



üzerinden çok geçmiş bu hatıraların, sanki hiç binmemiş gibi davranıyor beynim o vapura. halbu ki sanat devrimi yapmıştık seninle, kültürel bir devrimdi bizimki. bir şehri başka bir şehre kırdırıyorduk. karşılarına geçip izlemek isterken bir diğeri geliyordu peşinden. hangi mantık alabilirdi ki bu yaptığımızı, hangi felsefe iki kelam edebilirdi karşısında. her köşesinden aidiyet akarken zürih’in, kim bize inançsız diyebilirdi bu inadımız karşısında. ayakta durmaya çalışıyorduk lan işte, tepesinden kar eksik olmayan bir dağ yığını karşısında. insanların bize gülercesine baktığı bir şehri yalın ayak geziyorduk. ve lanet olsun ki vapur geleceğimiz limana yanaşıyordu..


yeküne baktığımızda zarar ediyorduk aslında. ömrümüzün geri kalanını koskoca dağlarla savaşarak geçirmenin neresi mantıklıydı ki? ısrarımızdan çok inkarımız vardı benliğimizi. kendimizi ait hissettiğimiz ne kadar şehir, ne kadar ülke varsa son buluyordu ayrılırken. yine öyle olacağı kesin olduğundan mıdır nedir daha bi’ sakindik ikimizde. kanımıza dokunuyordu lan bu kadar sükunet, tarifsiz bu dinginlik. en güzel gitar sololarına aşıktık lan biz, çalamadığımız halde. içip için etrafa saramadık diye mi, yoksa sevdiğim kadınla hala irlanda’ya gidemediğim için mi bütün bu husumet? öyle olmasın lan nolur, bi’ tek o öyle olmasın. memnuniyetsizliğimiz sırıtıyordu koskoca düzlüklerinde bu şehrin. kime ne söylesek eksik kalıyordu kendi dillerinde. türevlerinde bile bu kadar gariplik yokken nasıl olur da yabancı kalırdık ki..


gerçeği söylemek gerekse hep buna kanıyorduk dost meclislerinde. irtifa kaybetmeye başlayan uçaklar gibiydik seyahat edemediğimiz. ne zaman yere çakılacağımızı bekliyorduk gergin bir şekilde. içimizden biri fikir belirttiğinde ona bir tanrı edasıyla yaklaşıyorduk, zerre kadar beğenmesek bile..


kaldığımız yerden devam etmenin daha mantıklı olacağınız düşündük. çünkü şehir bizi ne kadar kendinden uzaklaştırıyormuş gibi görünse de bir o kadar da içine çekiyordu. avrupa değildi burası, uzak doğu hiç değildi. afrika için çok renkli, amerika içinse çok küçüktü. buna bir kılıf, bir tanım bulmamız gerekiyordu. soracak edecek değildik elbette. dar sokakların bize verdiğiyle yetinecek de değildik.. biz ona en az onun kadar benzeyen bir dinginliği arıyorduk sanki. yine de siz öyle bakmayın, kırılır..


ızdırap versin bazı şeyler bize. hakediyoruz farkında mısın! zülfikarlarımızı çektik gökyüzüne öyle bekliyoruz gelsinler diye. kim cesaret edebilir diye tahminler yürütürken hiç bu kadar eğlenmediğimizi fark ettik. devam ettik sonra meydan okumalarımıza, topluluk karşısında hemde.  dinleyicilerden gelen alkışlar bizi daha da neşelendiriyordu farkında mısın? zafer kazanmış bir komutan edasıyla başımız dik yürüyorduk seninle, farkında mısın?


bildiği tek soğuk suyun akdeniz olduğu insanlarız biz. puştluk olsa nefesimiz rakı kokmazdı meyhane masalarında. ilişkilendirilecek çok fazla dürtüleri olanlarla derdimiz yok çok şükür. uğultularımızı bile özlüyoruz ulan, daha ne kadar sevebilirdik ki birbirimizi! taş zeminlerde iki lokma aldığımız yemeklere hasret katık ediyoruz aşırı romantik olmak için. hint fakirleri bile acıyor halimize, biz ise bundan haberi olmayan herkese. olsun varsınlarla yürüttük gemimizi şimdiye kadar, bundan sonra kim dur derse ona bütün kinimiz. hiç gördün mü diye sormaya varmıyor dilim, kıvrılıp yatıyorum sırf bu yüzden saçını diplerine..


masmavilerin her tonuna doyduk çok şükür. çok bencil sevmek bunun adı, yüzsüzce sevmek hatta. donmuş bi' kaç şiir biliyorum kimsenin bilmediği. şimdi kalkıp iki dize okusam buz keser bi' yanınız. bu şehir de öyle işte, senin benim bilmediğim şeyleri anlatıyor. bi' tarafımız buz kesiyor sonra, fikrimiz donuyor düşünememekten. hatıralarımızı sarıp sarmalamaktan bıkkınlık geliyor lan. yeter artıklarımız bitti, dilimiz kekeme her güzel şehir sonrası. anlatacak adam kalmayana kadar devam eder bu hüsran, ta ki bir diğerine gidene kadar..


ney üfledim uzun zaman sonra. sesimi sesine verdiğim bir kamış parçasından daha anlamlı geldi ne yalan söyleyim. hatırlar mısın son vagona kadar giderdik hep, binmediğimiz trenlerde. oralar daha sakin olurdu, severdin sen. bana bile laf söylediğin o garip yolculuklardan biriydi işte zürih. tadina doyamadık belki ama damağımızda kaldı biraz olsun tadı. bu bile yeterdi diyememek en güzeli belki de zürih için.. 

son buluyordu bir tanesi daha. yazılmadık onca anı varken hem de. kızgınlıklarımız ve bıkkınlıklarımız çok fazla olmamalıydı belki.. belki biraz  daha olsa daha iyi olurdu. fakat bi' düşünsene; bu kadar yanlış bir şey nasıl bu kadar doğru olur! 

..dedi. son yudumunu buna saklamıştı sanki;

ben hasretini çekerken diğer odandan, senin doğum günün kutlu olsun..