zaten ben sıcak şarabı hep hızlı içerim ki..

.

..ardından da neden soruları art arda gelmeye devam etti. bütün münzevi uzlaşmalarımızı kendi içimizde demlenmeye bırakmış, neden yılbaşını prag'da geçiriyoruz onu sorgulamaya başladık. kimse asıl nedenini söylemeden karşısındakinin fikrine belki ortak olurum diye konuşmasını bekliyordu. nafileydi halbusaki. sonuç olarak herkes neden sorusuna cevap vermeden prag'a gitmeye karar verdi. yılbaşıydı ve prag çok güzeldi!

şimdi asıl sorunun neden yılbaşında bir yerlere gitmek olduğunu filan değil. sonuçta herkesin bir yerleri görme isteği var, oralara gitmeyi arzu etmek gibi. bizim asıl nedenimiz ise bundan biraz daha farklıydı. aldığımız çeyrek biletlere belki büyük ikramiye vurur diye yurtdışında olalım dedik. prag'ı seçme fikrimiz ise biranın ucuz olmasından ileri geliyordu. büyük ikramiye bekliyorduk ve lanet olsun ki olayın yine ucuzuna kaçmıştık. işlevselliğinden değil de sadece ucuz diye teflon tencere almak gibi yani..


hatta ve hatta kaldığımız evi bile orada yaşayan birinden kiralıyorduk. çünkü bize büyük ikramiye çıkacaktı ve biz hala üç-beş kuruşun hesabını yapıyorduk. sonraları bu evin ne kadar da bize layık bi' ev olduğunu anladık. çatı katıydı ve küçük pencerelerinden eski bir kiliseye bakıyordu. çünkü neden? biz her pazar kiliseye john'u görmeye gidiyorduk..
kafamız iyiden iyiye allak bullak olmuştu. sabahları keşfettiğimiz kafenin birinde; afedersiniz ama insanlıktan çıkmışcasına üçer dörder tane kuruvasan yiyip, üzerine çeviz serpiştirilmiş o şahane tartlardan yiyorduk. yanına filtre kahve bulamadığım için çılgına dönmeye remak kala ilks; beni sarıp sarmalıyor, beyin hücrelerime suni tenefüs yapıyordu. dalgakıran misafi bütün nefeslere göğüs geriyordum. "daha yok mu, daha yok mu?" diye çığlık atacakken tam; kendimi bir bilimkurgu seti değil de hayvani bir kahvaltı masasındayken buluyordum. filtre kahvem gelmişti ve geriye sadece semih'in ben bilimkurgu setindeyken tırtıkladığı cevizli tartım kalmıştı.


her yanımdan hümanistlik akıyordu şırıl şırıl. yol soran herkese makul bi' ücret karşılığı geleceklerinden filan bahsediyordum. deklanşöre bakmaktan buz tutmuş ellerimi, küçük anılar yakalarsın belki diye teselli ederken ben; akıl sır ermeyecek güzellikte fırsatların da içinde buluyordum. kaybolan bereler mi dersiniz, yitip giden montlar mı bilmem; koli koli biraları taşırken bedenimize zuhur eden o yorgunluğu akan burnumuzdan prag'ın şehir merkezine atıyorduk. tipik bir çek cumhuriyeti vatandaşı gibi bilmem kaç bin yıllık tarihi eserlerin üzerine doğru havai fişek atmak yerine, üslubumuzla içip sıçıyorduk sokakta. cipsimiz bile vardı hem, sanırım ketçaplıydı. çünkü fikrmiz fakirdi bizim. büyük ikramiyenin bize çıkacağını bile bile kıçımız donana kadar sokakta debeleniyorduk sabaha kadar. maldık çünkü, geri zekalıydık!