chapter 3; hoşlanılan şehirlerde ebediyen yatıya kalmak..

.

madem olasılıklardan bahsediyoruz, o zaman ben de bi' kaç kelam etmek isterim;
mesela; sizinle aynı ülkede küçük bi' kafede karşılaşma olasılığımız, o şehirde bizimle oturup iki kelam etme olasılığınızla aşağı yukarı aynı. hal böyle olunca sizinle karşılaşma olasığımızı arttıralım diye garip garip yerlere seyahat ediyoruz. sizi görmek için mi? elbette hayır. 
ama bazenleri bu olasılıkları bi' kenara bırakıp sırf sizinle karşılaşalım diye yaptığımız şeyler de var; sevdiğimiz şehirlerde yatıya kalmak gibi.. e böyle afilli konuşunca ne demek istediğimi de azıcık açmam lazım. şimdi efendim mutluluk, sevdiğiniz şeylerden ayrılmamayı gerektirir çoğu zaman. kimi zaman da sadece ayrılık kelimesi geçtiği için cümlede, mutluluk hissi peydah olur evrende. evren de size her zaman istediğinizi vermediğinden neydü belirsiz sancıların içinde debelenir gidersiniz. işte bu zamanlarda hekimler, insanlara seyahat etmeleri gerektiğini söyler. adamlar senelerce okumuş insanlar; vardır bir bildikleri diyerek sorgulamadan yapmak gerektiğini her ne kadar bir realiteyse de, evrendeki sistemin bu şekilde ilerlemediği de bi' o kadar gerçek. kısaca; evrenin işine karışmadan yazımıza devam ediyoruz..


kahve almaya gitmiştim, konu karışmasın. sevdiğimiz şehirlerde yatıya kalmak.. efendim iş bu konu aslında "seyahat etmek" fikrinin temelini oluşturur. şöyle ki; eğer siz seyahat eden bir insansanız ve yolculuğunuz sırasında anlatacak şeylerinizin bi' listesini tutuyorsanız, konunun temelini genellikle seyahat ettiğiniz şehirler oluşturur. girin bakın bütün seyahat yazılarına, hepsi ya bir şehri ya da bir ülkeyi anlatır. kimse size oraya gittim de orada karşılaştığımız insan bana şöyle davrandı filan demez. derse bile samimi değildir. işte sayın okur; ben sana bunu vadediyorum! 

şaka lan şaka ne vadedicem, sanane benim yolda karşılaştığım insandan. yani tam olarak sanane değil de (burda ya okuyucuyu küstürürsem korkusu var) ne biliyim sana pek hitap etmez. yani gel ama sıkılırsın.. 

gerçi bi' dakika lan, ben genelde böyle yapıyorum. yazları size farklı bi' mevsimmiş gibi gösteriyorum mesela; kuzeyleri batı, baklavanın içinde çekilmiş bezelyeleri fıstık, "geceler, ahmet arif'in mısraları yani.."  

*orda ya okuyucuyu küstürürsem korkusu filan da yok. 

ben yine bizden bahsederken size, ipin ucunu kaçırıyorum. şimdi ilks uyanmadan bu yazıyo bitirmem gerekiyo hatta. o yüzden ivedilikle konumuza dönüyorum. efendim, eğer bi' şehri seviyorsanız ya da öyle bi' niyetiniz varsa, kısaca ciddi düşünüyorsanız; o şehri koynunuza almanız gerekir. ciddi ciddi koynunuza almanız ama; öyle şaka yollu filan değil. sımsıkı sarmanız, teriyle-nefesiyle içinize çekmeniz gerekir. zordur ama gerekir. hatta bi' şehri sevmek için tam anlamıyla bu gerekir. olası kırgınlıkları, ayrılıkları bile olsa bu gerekir. aileler tanışmamış olsa bile bu gerekir. diyelim ki tanıştı ve kız tarafı; "biz hem orda hem burda düğün isteriz" dese bile bu gerekir. (bu sonuncu tartışılabilir) velhasılı kelam gerekir efendim, o şehri koynunuza almanız gerekir. toplum ne derse desin, siz bütün tabularınızı yıkın ve bu evrende ne kadar şehir varsa güzelliklerine bi saniye bile bakmadan koynunuza alın. belki o zaman içinde yaşadığımız şehirleri, hayalini kurduğumuz şehirlere çevirme şansımız olur.. 


olmadı..

yok lan olmuştur belki. hatta ben size olmuş gibisinden anlatıyım bundan sonrakileri de, sonu mutlu bitsin bu yazının da. çünkü diğerlerinde hep kötüler kazanıyordu di mi! neyse küfretmicem.. 

chapter 2; bruges'in sokak aralarında size çok çekici yalanlar söyledim

..

derin bi' nefes sonrası kaldığımız yerden devam edelim o halde;

bruges adı altında hayallerimizden bahsederken, asıl önemli olanın "seyahat etmek" fikri olduğunu tekrar hatırlatmak istedim. efendim ben ve ilks'in hayatımızı idame ettirebilmek için kazandığı şey; işte neyse o şey, aslında yapmak istediğimiz yolculukların bir sonucu. daha açık bahsetmek gerekirse; kazandığımız her kuruş, şu kısacık ömrümüzden bize yarenlik edecek anılarımızın garantisi. hayat elbette toz pembe değil, elbette zor günler de olacak lakin; biz mutlu olmak için seyahat etmek gerektiğine inanan insanlar olduk. işte tamamen bu! hep birlikte tekrar edelim;

biz mutlu olmak için seyahat etmek gerektiğine inanan insanlar olduk..
hal böyle olunca şahsım ve kurumum adına yaptığım her yolculuk, bir sonraki için bize umut oluyor. ne zaman bir yolculuktan dönsek diğeri için bi taraflarımızı yırtıyoruz. olur olmadık zamanlarda bilmem hangi ülkenin başkonsolosluğuna mailler atıyorum mesela. sırf gitmek istediğimi anlasınlar diye. yalaklık filan yapıyorum bildiğiniz. ülkeniz çok güzel, orayı görmek için can atıyorum filan diye. yalan yok can atıyoruz ama kendi içimizde. onların bilmesine o kadar da gerek yok yani. beni tanıyanlarınız az çok bilir yeni zelanda hayalimi. hala gidemedim mesela. daha doğrusu gidemedik. ama sırf söylentileri çıktı, sırf vizesiz giriş olayı peydah olur diye vizesine başvurup, tutup yeni zelanda vizesi aldık. vallahi de billahi de akıllı adam işi değil. yemin ediyorum değil. ama işte insan istiyor böyle şeyleri. hayaliyle yaşadığı bir ülkenin vizesini pasaportunda görmek istiyor, sırf bir gün vizesiz seyahat safsatası gerçek olur da alamam diye. anlaması belki biraz zor, farkındayım. siz bunu düşünürken ben, bruges'in sakinliklerle dolu herhangi bi' parkındayım..

şuan orda değilim tabi. hatta durun, yeri gelmişken hayran olduğum bi' insan grubundan bahsediyim size. kendilerine bi' isim koymayı filan denedim ama olmadı. cidden başaramadım. bu adamlar gittikleri şehirlerde yaşadıklarını hemen o anda, o şehirde yazıya döken ya da bloglarında yayınlayan insanlar. şahsen ben beceremiyorum. bi' kaç kere denedim ama olmadı, başaramadım. sanırım bu adamlar gittiğim şehirlerde\ülkelerde uzun süreli kalan insanlardı. yani en azından ben bu şekilde yorumluyorum, bilemedim. ayrıca yanlış da olabilir, hemen yaftalamayın.


her neyse. asıl kahramınıza dönelim biz..

bruges'de şunu farkettik; eğer hayatınızda yapacak başka bi' zevkiniz yoksa ve biraz da birikmiş paranız varsa gelin burda yaşayın. ciddiyim bak! çünkü insan belli bi' süre sonra hayatında dinginlik filan bekliyor. sükunet filan. evine yakın olan bi ekmek fırını mesela. aldığınız evin eski sahiplerinden kalma eski bir bahçe masası, yine eski ev sahiplerine ait tek tekeri aksayan bi' pazar arabası filan. onunla pazara gidip sebze almak, gelinime bırakırım diye aldığım ama onun beğenmediği bavyera porselen takımlarda komşularıma çay ikram etmek filan. hem o zaman buzluğa pasta börek koymaya da gerek olmaz. fırın yakın ya hani, ondan. işte böyle fikirlere gark olursa cemaliniz, toplayın pılınızı pırtınızı bruges'e gelin. sırf sükunetine kurban olduğum bu şehir bile yeter açlığınızı bastırmaya. pazara bile gitmeye gerek kalmaz, o kadar diyim ben sana..


ee tabi turist olarak gelince de zevkine varıyorsunuz. yani varırsınız belki, tam da emin olamadım şimdi. emin olamamamın sebebi bizim turist olarak gitmememiz, hiç bi' şehre. biz gittiğimiz her şehre orada kalırız lan belki diye gidiyoruz. bi' nevi iltica girişimi yani. burayı okuyan konsolosluk yetkileri filan varsa sıçtığımızın resmi lakin; yalan yok, bunun için gidiyoruz. tamam çok gerçekçi hayaller değil belki ama pasaportu yırtıp; buraya kadar lan, yiyosa atın ülkeden demek istediğimiz de çırılçıplak bi' gerçek. koca memeli hatta, sırf ilgi çeksin diye!