bournemouth ve çıplak ayaklarıyla koşan afrika çocukları

.

size zürafalardan bahsedeyim mi biraz? hani uzun boyunlu, benekli hayvanlardan. şu boynunu eğip dilleriyle insan seven, kocaman dilleriyle; bazı insanların aşık olduğu hayvanlardan. çocuklar için ne kadar  efsanevidir  bilmiyorum ama; ben bazı insanlar için ne kadar aşık olunabilecek hayvanlar olduklarına şahit oldum. sırf bu yüzden zürafaya olan saygımı, bir afrika kasabasından anlatıyorum size. düşünün, o kasaba da olmadığım halde bile..


süreli yayınların sıklığından sıkılan insanlar olup olmadığını merak ederken ben, ters orantıyla aşkın kitabını yazmaya kalkma gafletini de beraberimde götürüyordum. sadece bunu götürsem iyi; kin, nefret, koşarken tökezlemek gibi insanı ve bir o kadar da ruhani duygularımı da alıyordum yanıma. sandaletleri mi de almıştım oysa ki. sonra gereksiz olduklarına karar verip geri bıraktım. bu da hataydı. kabul ediyorum. en azından bunu bir afrika kasabasından yazıyorum..
sefilleri okuyan insanların konunun sefil insanlar olmadığını anlaması ne kadar uzun sürecekti? peki bu gafletin nefrete dönüşme sürecinde karşınıza çıkan şeylerin (artık her neyse) sizi bundan caydırma olasılığı? edebiyata olan aşkı yüzünden sevgilisine bir dize bile şiir yazmamış şairlere ne demeli! hani şu içimizden biri şairler. peki sevgisini kanıtlamak isterken cinayet işlediği yere geri giden katilleri napıcaz? oysa ki masum iki üç cinayet onlar. sebebi sonucundan daha dikkat çekmiş, ölenin namının bile anılmadığı.. 
yine anılmadı fark ettiyseniz. katil öldürdükleriyle kaldı..

biz gidip göksu'ya gidip bir alemi âb eyleyelim derken; sadabâdın o enfes manzarasına karşı kahvesini yudumlayan ehl-i keyfler, bize olan hayranlıklarını içlerine atmışlardı. oysa ki söyleseler ne iyi ederlerdi.  söylemediler. işte bu yüzden ben üstlendim o içtikleri kahvenin falından çıkanları anlatma görevini size. onlar yapmaya cesaret edemedi diye siz mahrum kalmayın istedim. daha öncede istemiştim. zürafalar şahit..    

bundan iki hafta kadar önce ingiltere'nin sahil kasabalarından bournemouth'daydım. kısa süreli seyahatlerin bana bıraktığı hislerin sanırım en güzellerinden biriy(di). yazıdığım şiirlerin içinde en çok -di'li geçmiş zamanı barındıranlarından belki de tekiydi..


kaldığım evin penceresinden görünün manzaranın insana uyandırdığı hislerin, aslında kendi içinde ne hüzünler barındırdığı konusunda derin tecrübeleri bir kenara bırakmam lazımdı, yapamadım! size birazda hayallerimden bahsetmem lazımdı, onları da koyduğum yerde bulamadım!


sanırım iki yazı önce size uldvih'ten bahsetmiştim. hani şu ahşap bir spatula ile dünyayı kurtarma çabalarımda yanımda olan arkadaşımdan. yine aynı telaşe içinde kendisi. karışmıyorum bu sefer. naparsa yapsın, kılımı kıpırdatmam. evin duvarında asılı fotoğraflara takıldı gözüm, kaldığım çatı katındaki odadan inerken. siyah-beyaz fotoğraflara. kimlere ait oldukları konusunda bir fikrim yok..



kiev; bir şehrin bir kadına alabildiğince benzemesi

.

bazı hikayeleri anlatmaya sondan başlamanız lazım aslında. sebebi üzerine demokratik söylemler yerine,  antidemokratik anıların doldurduğu dünyalara dalmak için. kendi hegemonyasını kendi kurmuş, kimseye muhtaç olmayan anılardan bahsediyorum kısaca. hani hepimizin sahip olmadığı, olmak içinde çaba göstermediği anılar. eğer bu tür anılara sahipseniz çoğu zaman size ait olanlardan çok, başkalarının nelere ait olduklarını görüp o şekilde mutlu olursunuz; yapabilirseniz eğer! çok zor olmadığını düşünmek istiyorum bunun. yapabildiğim anların toplamıyla, kanepenin arkasına düşen kumandaya kolunun yetişmemesinin çelişkisini yaşıyorum. oysa ki bunlar arasında nasıl bir bağ kurduğum, halihazırda bilim çevreleri tarafından tartışılırken..


çelişkiler üzerine sancılı söylemlerin hangisinin yaralara merhem olduğuna dair bir kaç kelam etmekle başlamam lazımdı söze. tabi siz bu son okuduğunuz cümlenin anlamını düşünürken harcadığınız beyin hücrelerini kaybetmeden önce. artık çok geç, ben ilerleyen dakikalarda size anlatacaklarımı bu cümleleri yazarken kafamda topluyor oluşumla, "hangi paragrafta ne anlattığım" konulu sınavımda sizlere başarılar dileyerek sözümü bitiriyor oluşumun gururunu yaşayacağım. yerseniz tabi..
şimdi bi' dakika. siz, hangi hayalinizin size ait olduğunu düşündünüz mü hiç? yani, salt size. sadece sizin, başkasının fikrine dahi girmemiş. bakir, bakire. ilk kez basılmış çimenlerin verdiği hisle, yeni yıkanmış kotun o sertliği sizi cezbederken hatta. çan sesi duyduğunuz bir ülkenin cenaze merasimlerini düşündünüz mü mesela? buyurun burdan yakın! hayalleriniz ya hani. sadece size ait, sadece size özel. bakın, eğer bir hayalin ortaklaşa kullanımı olsaydı; üniversitede fotokopiye verdiğiniz parayla bir fotokopi makinesi alabileceğiniz fikrini ortaya atan çocuğun, bunu ilk defa kendi düşünmüş gibi sevinmesi de ilk olurdu. olmadı! sırf bu yüzden hayallerinizi insanlara açarken onların artık sadece sizin olmadığını unutmayın. bi' de bi bardak su verin bana, dilim damağım kurudu..
gelenek bozulmadı. bu eşref-i mahlukat yine anlatmak istediği şeye -artık o neyse- direkt olarak başlayamadı. bi' de bundan her yazısında yakınıyor oluşu, sanki bilmeyerek yaptığı hissini insanlara empoze -bu arada bu kelimeyi sanırım ilk defa kullandım- edermişcesine riyakarcaydı. güzeldi, olsundu. çubuk makarna haşladıktan sonra, suyunu süzmek için kullandığınız süzgecin deliklerine sıkışan makarnaları alırken hiç kopmayanına rastgeldiniz mi? gelemezsiniz! peki böyle şeyleri size bilimsel bir gerçekmiş gibi size anlattığımda beni sever misiniz? sevemezsiniz!
tek tek işliyordu elindeki gergefi. saflığından ödün dahi vermeden hemde. esnaf kocasının evine getirdiği huzurun örneğini çıkartmıştı geçenlerde.  komşusundan gizlediği için kendine biraz kızmış olsa bile. her seferinde gaflete düşen tek kendisiymiş gibi sokak ortasında bir anda duran teyzelere özenmişti bir ara. beceremedi. buna karşın yeşil mercimek haşlamakta üzerine yoktu. iki defa süzüyordu suyunu. kısırı çekilmiş bulgurla yapıyordu. buna dikkat ettiği için kocasının ona söylediği tek bir sözle yeni kıtalar keşfedebilirdi. sigarası da yoktu, içkisi de. sebebi parasının olmamasıydı..
neyi ne kadar bildiğimi anlatmama ramak kala susuyorum her seferinde. siz bilmeyin diye boş zamanlarımda gözümü kapatıp çocukluğumu düşünüyorum. annemin mutfaktaki hallerini, o bütün küçük detayları. sonra siz de hatırlayın diye size anlatıyorum. aynı evde büyüdüğümüzü iddia eden bütün herkese aşırı bir sevgi besliyorum mesela. her ne kadar çoğunun yüzünü görmesem bile. daha dün; mutfak tezgahının yanında duran kavanozdaki kaşığa, tuz azaldığı için yetişememeyi anlatıyorum. buna saf gözlerle bakan herkesin gözlerinden öpüyorum, dudaklarımdaki tuzu alsınlar diye. böyle anlarda anlamadığım bütün dillerde destanlar yazıyorum, belki birisi ilerde anlatılır diye. güzelde oluyor, pek güzelde oluyor..


sanırım bayram tatilinden bir ay kadar önceydi; bütün ispanya maceramda bana eşlik etmiş sem'in, gitmeye kabuk bağlamış yaramı kaşımaya başlaması. ee katranın kaynatmakla şeker olmayışı, cinsini tükürdüğümün cinsine çekmesi ile doğru orantılı olduğundan sonuçta kaçınılmaz oldu. çeşitli fikir alışverişleri, çeşitli araştırmalardan sonra -ki bu ortalama 2 gün sürdü- sem'in mailine uçak bileti yollamamla nihayete kavuştu. artık önümüzde gideceğimiz, hayran olacağımız, inanılmaz dostlar edineceğimiz bir yol vardı. kiev..
yine dayanamadım. bi' kaç bi'şey anlatmam lazım size. bakın, bi' yere gitmek, bi' yolculuğa çıkmak ne kadar zor görünüyorsa size aslında o kadar kolaydır. üzerine konuşmak, tartışmak, çelişkiye düşmek ne kadar faydalı olsa bile, sizi yavaşlatır. bu tür şeylere ani kararlar vermek, size gereken uçak biletinden daha önemlidir, emin olun. biraz cesaretinizi toplayın ve onaylayın o kredi kartı bilgilerini girdiğiniz boşlukları. sonra mailinizi açın ve size gelen bilet konfirmasyonunu görün. ne güzel değil mi? :) elbette zor, elbette biraz delilik gerektirir ama yapın. en azından bir kere benim için yapın ya. beni de delirtmeyin!  
gezi yazıları yazarken insanlara maliyet tablosu çıkartmak konusunda biraz inandırıcılığımı kaybediyorum sanırım. bu yüzden yaptığım hesaplamaları ve bunun dışındaki bütün her şeyi dikkatlice okuyun. böylece bütün yazıyı okumuş olacaksınız. ne kadar zekice! çünkü çok düşük tutarlar, çok düşük maliyetler göreceksiniz. sonra bana gelip; "ya bırah allaseversen ya, böyle ucuza imkansız gidemezsin" demeyin. gebertirim! şirkete masraf yazıyor olsam fiş toplucam da, onu da yapmıyoruz . böyle olunca da siz okuyanlara harcadığım parayı söylerken utanıyorum. insanlar beni bildiğin hint fakiri zannediyor. hayır siz demeyin diye diyorum bunu. yoksa feci zenginim. öyle işte. fakirim ben. sevin beni..

***


ahşap bir spatula ile dünyayı kurtarma çabaları

.
serçelerin göç etme mevsiminden sanırım bir hafta önceydi. hiç olmayan bazı hikayeler yazalı, sonrasında bu yazdığım hikayeleri bastırmak için yayıncı arayışımın sanırım 7.yıl dönümüydü. evet! yine bulamamıştım. beni bu yoldan alıkoymaya çalışan bütün sürrealist ressamların -ki bunların başında dali geliyordu- hepsi; yaptıkları tabloların olması gerekenden daha kötü olduğunun farkındaydı. ve yine evet! hiç bir şey yapamıyordum..


arkadaşım uldvih, seri sonu mağazaların hengamesinden olsa gerek kılını dahi kıpırdatmıyordu. son zamanlarda yaşadığı o irlegüler sancıları bana yansıtmamak için çabaladığının farkındaydım lakin; bu onu yine de masum yapmazdı! yapamazdı. hal böyle olunca ona asıl gerçeği söyleme vaktinin geldiği hissine kapıldım. zaman zaman bazı hislere kapıldığım olmuyor değildi. mesela en son bir hisse kapılalı aşağı yukarı 13 yıl olmuştu. bu da sanırım dertsiz masa örtülerini çekmeceden çıkartıp gelecek misafirleri için hazırlık yapan annemin, çatal-kaşık yetmeyince beni karşı komşumuz şengül yengeye gönderdiği güne tekabül ediyordu. bu şaşılacak bir şeydi. daha doğrusu böyle bir şey hiç başımıza gelmemişti. çünkü babam bir züccaciyeciydi ve züccaciye dükkanına fil girmesi uğursuzluk getirirdi. bazı güçlere karşı koyma yeteneğim vardı benim, mesela haşlanmış patateslerin kabuklarını soyarken ellerim çok az yanardı. aynı yeteneğimin haşlanmış yumurtalarda da keşfettiğimde ise, babamın ilk çin imparatorlarından Qin Shi Huang'ın hazinesinden zorla kaçırdığı tamamen el işi vazoyu kutusundan çıkartırken kırmamla anlamıştım. işte asıl felaket şimdi başlıyordu. çünkü çin vazolarının trabzon telkarilerine karşı önlenemez yükselişi, aynı dönemde ortaya çıkan seyr-ü seferlerdeki tıklıkla açıklanmaya çalışılmış; fakat başarılı olamamıştı. kim di bunu sorumlusu? neydi uldvih ile beni birbirimize düşüren..

genelde dut silkelemek için çağrılan çocuktum ben mesela. anahtarı içeride unuttukları için açık tuvalet pencerelerinden girip kapıyı içten açan. bu yüzden gezegenimizdeki bütün evlerin tuvaletlerine aşinaydım. ne kadar da büyük bir onur değil mi? size şöyle söyleyebilirim; mahalle de visam lord sifon kullanan aile sayısı, penceresinden girip kapısını açtığım ev sayısından azdı. hatta bunu yaparken daracık pencerelerden girip alaturka tuvalete bodozlama atlıyor, tuvaletten çıkarken de ayakkabımı çıkartmam için defalarca tembihleniyordum. halbu ki ben dünyayı kurtarıyordum ve bütün gelecek planlarımı sırf bu yüzden ertelemek zorunda kalmıştım. kısaca tuvalet zeminine ayakkabı ile bastım diye salona geçememiş, oradan antreye ulaşamamış ve nihayetinde amacıma ulaşamamıştım. ayakkabılarım elimde etrafa afedersiniz ama mal mal baka baka kapıları açıyordum. hem de defalarca..

şimdi böyle durumlarda benim gibi süper kahramanlar biraz tedirgin olur. çünkü kapısını açmak için tuvalet penceresinden içeri girdiğiniz evin dış kapısına ulaşana kadar harcadığınız süre,  size bu kutsal(!) görevi veren mahalle sakinini tedirgin edebilir. normalde 20-25 saniye de almanız yolu 40 saniyeye gittiğinizi varsayalım. ev sahibi teyzemiz acaba evin orasını burasını mı kurcalıyor gibilerinden bazı ifrit duygulara kapılır. bu da bir süper kahraman için iyi bir şey değildir. hem de hiç iyi bir şey değildir. sırf bu yüzden bütün mahalle -bunu tekrar belirtmekte fayda görüyorum- kapıda kaldıkları her an beni çağırıyordu. unutmadan söylemek isterim ki bu ben de bir özgüven patlaması yaratmadı. aksine görevimi yapmanın verdiği huzur içinde diğer tuvalet penceresine doğru gidiyordum.




FKH ile "nasıl ucuza seyahat ederim?" konusuna subliminal yaklaşımlar

.

st. petersburg yazısında seyahatin maliyetinden bahsettim, okuyanlar hatırlayacaktır. bunun üzerine bir çok mail, bir çok yorum aldım; "nasıl bu kadar ucuza seyahat ediyorsun?", "nedir bunun yolu?", "imkansız o kadar ucuza seyahat etmen!" gibilerinden. size bu konuyu biraz eğlenceli anlatmaya karar verdim. hem bu şekilde daha akılda kalıcı olur diye umut ediyorum. 

ilk olarak şunu açıklamam lazım ey sevgili okur. ben dünyayı gezecek kadar zengin bir insan değilim. hatta zengin bir insan hiç değilim. eğer bana sorarsanız çulsuz bir insan olduğumu bile söyleyebilirim. ben sadece önceliklerini iyi belirleyen ve imkanlarını bu yönde kullanan biriyim. (bunu da bir yazıda çoook detaylı anlatmayı planlıyorum) durum böyle olunca, yani insan elindekileri iyi bildiğinde çok fazla sıkıntı çekmiyor dünyayı gezmek için. zaten benim yaptığıma da tam olarak dünyayı gezmek denemez. bunu şuanda yapan bir çok arkadaşım var. onlar "dünya turu" terimini çok iyi gerçekleştiriyor. bu yüzden benim anlatacaklarım zaman ve imkan bulunduğunda bir ülkeye nasıl ucuz seyahat edilir, nasıl ucuza konaklanır, planlama yapılır ile alakalı. bu yüzden anlattıklarımı kapsamlı düşünmek yerine maddeler halinde anlatmayı planlıyorum. bunu da son st. petersburg seyahatimde yaşadığım hostel maceramdan yola çıkarak yapacağım. içinde; kin, nefret, aşk, şampanya, ne arasanız var. bu yüzden derinlere dalmayın derim..


daha ilk fotoğraftan ne kadar da ciddi olmadığımı gördünüz sanırım :)

işin şakası bir yana s.t peter'e seyahat etmeden önce hesabımdaki paraya şöyle bi' baktım. uçak bileti hariç hepi top 350tl kadar bir para vardı hesabımda. bunu dolara endekslediğinizde 200$, rubleye endekslediğinizde ise 6000 ruble civarında yapıyordu. e bu parayla konaklama, yol, yemek, eğlence vs. hepsi yapılacaktı. bakıldığında ne kadar da zor görünüyor değil mi?

değil efendim;

konaklama; bir seyahatin uçak biletinden sonraki en büyük masrafı oluşturan kalemi belki de. bu yüzden seyahatlerde konaklamayı planlamak ve en ucuz şekilde kapatmak çok önemlidir. elbette bunu tamamen ücretsiz yapmakta mümkün. couchsurfing gibi sosyal platformlar size dünyanın her yerinde aynen sizin gibi gezgin insanların evlerinde konaklama imkanı sunuyor.   bunu daha önceden deneyimlemiş birisi için inanılmaz zevklidir. hiç yaşamamış bir insan içinde biraz korkutucu gelebilir.  eğer "ben tanımadığım insanın yanında kalamam, korkarım" diyorsanız o zaman sizin için tek seçenek kalıyor; hostel..                                                                               
efendim hostel denen hadise dünyanın hemen hemen her ülkesinde olan -olmayan duymadım ben-, gezginlerin ucuz, güvenli, rahat ve en önemlisi eğlenceli konaklamasını sağlamak için kurulmuş mekanlar. kimisi eski bir apartmandan bozmadır, kimisi eski bir manastırdır -ki italya/lucca'da böyle bir tanesinde kaldım- kimisi bir evin bütün odalarıdır, kimisi çok modern bir bina, kimisi de eski bir uçağın kokpitidir. peki bunu seçerken neye dikkat etmeli, neyi göz önünde bulundurmalı? işte uğur'un kendi deneyimleri ile hostel seçerken dikkat ettiği belli başlı konular;
  • hostel bulmak için bir çok site var. bunları iyi araştırın. fiyatlar çoğunda farklılık gösterebilir.
  • bulduğunuz hostel fiyatlatlarını diğer sitedekilerle kesinlikle karşılaştırın.
  • şehir merkezine yakın olanları tercih edin. böylece ulaşım için fazla masraf etmemiş olursunuz.
  • hostellerin aldıkları puanlara (temizlik, güvenlik, ulaşım, eğlence) dikkat edin. çünkü onlar en objektif puanlamalardır.
  • hosteller hakkında yazılan yorumları kesinlikle okuyun. hepsi tecrübeyle sabittir. ulaşabiliyorsanız yorumları yazanlara ulaşmaya çalışın.
  • bulduğunuz hostel için kesinlikle rezervasyon yaptırın. unutmayın sizin gibi seyahat eden binlerce insan var ve yer bulamama durumunuz olabilir. 
  • rezervasyon için kredi kartı kullanmaktan çekinmeyin. bu her zaman güvenli ve daha kesindir. 
  • yanınızda kesinlikle bir yastık kılıfı bulundurun. hosteller size temiz çarşaf ve kılıf verse de emin olun buna ihtiyacınız olabilir.
  • yanınızda kesinlikle bir asma kilit olsun. çünkü size sunulan dolaplar kilitsiz olabilir. güvenlik ve gönül rahatlığı için bu çok önemli.
  • hosteli seçerken kahvaltı verip vermediğine, internetin bedava (free wifi) olup olmadığına bakın. hostelin sayfasında bu bilgiler hep yazar.
  • fiyatı daha düşük tutmak için kişi sayısının daha fazla olduğu odaları seçin. tek kişilik odalardan %60-70 daha ucuzdur.
  • ... aklıma geldikçe güncellerim
anlattıklarım benim genel olarak bir seyahate çıkmadan yaptıklarım. bunları söylerken kendi fikrim olduğunu sakın ola aklınızdan çıkartmayın. elbette ben de isterim beş yıldızlı otelde bütün öğünleri açık büfelerde yeyip, odamdaki jakuzide pitbull'un klibindeki hatun kişilerle zaman geçirmeyi -ki yapmıyorum değil- ben sadece cebimdeki parayla en fazla verimi nasıl alıyorum ona bakıyorum. hani ilk başta dedim ya st. peter'de kaldığım hostel diye; işte örneklendirmeyi de onunla yapayım size..


venezuelalı gary'den kanadalı jeffrey'e gelene kadar bir sürü şey

.

st. petersburg yazısını yazarken bahsetmiştim size bu yolculuğun bende farklı bir önemi var diye. bunu söylememin sebebi yaşadıklarımdan çok tanıştığım insanlarla alakalı. modern insanın seyyah ruhu dediği ve aslında her insanda var olan lakin; ortaya çıkartmakta biraz güçlük çekilen duygu, tek başına seyahat etme fikrinin bir dışavurumudur aslında. yani siz sırt çantanızı kapıp gittiğiniz her yol, bir bakıma sizi siz yapan hammaddeniz olmaya başlar. o eksik olduğunda "yaşamak" denen ve gittikçe zor olmaya başlayan şeye -artık her neyse işte- olan inancınız yok olmaya başlar. dedim ya aslında her insan taşır bunu içinde. sadece ortaya çıkarmakta güçlük çeker. insanoğlunun nefsinde vardır yeni yerler görme, keşfetme isteği. tıpkı daha önceden hiç yemediği bir yemeği tatmak istemesi gibi. kimi zaman bu yemek çok lezzetli gelir, kimiz zaman iğrenç bir tat bırakır damakta. yolculukta böyle bir şey işte. ya sürekli yemek istersiniz bu yemeği ya da bir daha ağzınıza sürmezsiniz. ben sürekli o yemeği yiyenlerdenim işte..

durum böyle olunca yeni yerler görme, keşfetme isteği diğer bütün duygulardan ağır basmaya başlıyor. nasıl oluyor diye sormayın. defalarca anlatmaya çalıştımsa da başaramadım. en iyisi sende yap, güzel oluyor..

burada bir parantez açmak lazım. (bu deyimi de hep kullanmak istemişimdir) "yeni yerler görme isteği"  çatısı altına ben bir sürü şey sığdırıyorum. yani yeni ülkeler, yeni şehirler görmek değil sadece. yeni ve farklı insanlar, hiç tatmadığım yemekler, hayatta yapmam dediğim saçmalıklar, bu da içilir mi dediğim her neyse işte. bu yazıda aslında bunun için yazıldı. ben yolcuyum diyen her insanın (kemal gibi, bekran gibi, güney gibi, güneş gibi..) yer yolculuğunda yaşadığı en küçük anısına ithafen belki de..
şu giriş kısmını da bi' kere kısa tutsam kafamı kescem! (yazar burada kendi derdine yanıyor..)



efendim sizi venezuelalı gary ve kanadalı jeffrey ile tanıştırayım. kendileri st.petersburg seyahatim sırasında kaldığım hosteldeki oda arkadaşlarım. birisi (ki bu gary oluyor) hayatını dünyayı dolaşıp video çekmeye adamış delinin teki (nasıl olsa türkçe bilmiyo ya salla dur arkasından)  jeffrey ise aynı dertten muzdarip (dünyayı dolaşmak oluyor bu dert) kendini fotoğraf çekmeye adamış ve geçimini bununla sağlayan akıllı uslu bir aile çocuğu. ciddiyim! gary kadar çılgın değil. özellikle sordum, bekarmış :) (neden bunu söylediğimi anlatıcam birazdan) bu yukarıdaki fotoğraf daha odaya ilk girdiğim anda çekilmiş bir anın, sonradan tekrar canlandırılmış hali. sırtımda çantam odaya girdiğimde baktım ikisi hararetli bir tartışmanın içinde. ben odaya girince makinemin çantasını görüp direkt başladılar fotoğraflarımı çekmeye. meğersem amaçları lenslerinin keskinliği hakkında girdikleri iddiaymış. çantaları bırakıp direk aldım makineyi elime. işte o zaman başladı gary ve jeffry ile muhabbetimiz. nikon'un canon'u döveceğini anlatınca da tırsıp kaçtılar zaten..


efendim gary denen bu adam tamı tamına 39 yaşında. inanması belki güç ama gerçekten öyle. hatta inanmayıp pasaportuna bile baktım. ben hayatımda yaşını bu kadar göstermeyen biri daha görmedim. yani kim der ki bu adamın 39 yaşında olduğunu. biri çıkıp dese ki; bu adam şu yaşta. inanırsam namerdim. tamam ben de yaşımı gösteren bir adam değilim, yaşlı gösteriyorum fakat bu başka bi' şey. doğaüstü bi' şey hatta. zaten sonraları bunu düşünmeyi bırakıp bildiğin imrendim adama. (ben de az piç değilim ha. burada adama yok 39 yaşında koskoca adam, yok benden şu kadar yaş büyük de, sonra iki satır yukarıda "deli" diye hitap et. arsızlık diz boyu hemşire..)



soğuğun yeryüzündeki en güzel hâli; st.petersburg

.

tam üç senedir her şubat ayı, hatta bundan öncekilerde her 14 şubat'ta yurtdışındaydım. bu seferde biraz daha kassam 14 şubat'ta yurtdışında olacaktım ama iki günlük bir sarkma oldu. ha benim için bir önemi yok elbet illa o tarihte yolda olmanın lakin; üç sene üst üste gelince insan biraz olsun aşık olduğu asıl şeyin yolda olmak, yolcu olmak olduğuna inanıyor. hal böyle olunca da neye niyet ettiğiniz giriyor devreye, neye iştirak ettiğiniz belki de. neye, kime söz verdiğiniz. ben kendime söz vermişim efendim biraz, kalan sağlara eyvallah demek için. onlara olan def-i huzurumuzu tebessüm ederek yapıyoruz ya? hah! işte benimde kazancım bu olsun..

bundan önceki yazıda St. Petersburg'a gideceğimden bahsetmiştim size. gittim, döndüm efendim. boynumun borcu olanı okuyorsunuz şuan. kendime ve bu günlüğe girip okuyan herkese olan borcumu yani. gittiğim ülkelere bir çok kere aşık olup döndüm. şehirlerine, insanlarına, osuna, busuna belki. ama bu sefer gitmesine aşık oldum, orada kalmasına, yolda olmasına, yolcu olmasına. hepsinden çok orada olmasına aşık oldum. her sabah uyandığımda hem de. o yüzden anlatması daha bi' güzel gelecek bu şehri. nedendir bilmem daha bi' uzun anlatasım var hatta. şans mı diyelim buna artık. siz karar verin..


uçak yolculukları ne zaman yaklaşsa heyecan kaplar içimi. bir kaç kere kokpitte uçma deneyimi yaşamış olmamdan (ki benim pilot arkadaşlarımda var) tutunda, gitmeye sebebiyet verdiği için severim kendilerini. iş bu yüzden ne zaman uçağa binsem bi' fotoğraf çekerim. bu da onlardan biri. bi anlamı yok, arayanı çıkışta bekliyorum..

gitme fikri deyince geçenlerde twitter'da yazdığım;

dünyadaki en hüzünlü ses; birlikte yolculuğa gidemediğin insanların valizlerini hazırlarken kulağınıza çalınan fermuar sesidir..
cümlesi geldi. sanırım bu yüzden her gidene imrenirim. nereye gittiğini bilmesem de..

girizgah uzun oldu biraz pardon. lakin hemen konuya giren insanlardan değilim ben. olmadım, olduramadım. St.Petersburg şehrinden, soğuğundan, güzelliklerinden, az biraz tarihinden, insanından bahsetmeden önce şöyle bir hesap kitap yapma ihtiyacı hissettim. çünkü her seferinden böyle bir seyahati ne kadara yaptığım merak konusu oluyor. gerçi bunu bir başka yazıda daha detaylı anlatıyor olucam; lakin bu sefer sadece orada ne kadar para harcadığımı (uçak bileti hariç) söyleyerek başlayayım. 5 gece konaklama (ki bunu da başka bir yazda detaylı anlatıcam), şehiriçi ulaşım, yeme-içme, her gece dışarı çıkıp eğlenme, dönerken aldığım bir kaç hediye dahil toplam; 200$ > 354TL > 6020RUB görüldüğü gibi o kadar da uçuk bi' miktar değil. unutmayın konaklama dahil dedim, yeme-içme dedim, eğlenme dedim, ne duruyosun sende git dedim. daha ne diyim ya..


soğuk memleket vesselam. benim elim ayağım çok üşür, ben öyle kolay kolay ısınamam diyen insan için değil. hele soğuk havaya çıkınca başım ağrır benim diyen insan için hiç değil. çünkü ben oradayken gündüzleri ortalama sıcaklık -20 ila -23 derece arasındaydı. bakın gündüz diyorum. gece bu sıcaklık çok daha düşük. hatta bu seneki kış ayı sıcaklıkları son 10 yılın en yükseğiymiş. gerisini siz düşünün artık. o yüzden gidilecek tarih kesinlikle mayıs-haziran ayları. dostoyevski'nin de romanına isim olan ve St.Petersburg'un dünyada adını duyurduğu white nights yani beyaz geceler olayı aşağı yukarı bu tarihlere denk geliyor. hava hem mevsim normallerine daha yakın oluyor (ki yine de akşamları üzerinize bi' şey almadan olmuyormuş) hem de hava neredeyse hiç kararmıyor. ben görmedim ama halkından dinlediğim olay şöyle. gece 03:00 dan 06:00'a kadar sadece bir alacakaranlık oluyor, 06:00'dan sonra hava tekrar aydınlanıyor. yani saat 24:00'da bildiğiniz gündüz gibi. elbette alışmayan insan için pekte güzel bir durum değil. normalde uyuduğunuz saatlerde hava aydınlık. bu da tabi ki uyku düzeninizi altüst ediyor. ne olursa olsun bu tarihte gidin siz. çünkü insanlar o saatlerde deliler gibi eğleniyorlarmış. bütün kış evlerine tıkılan halk kendini sokağa atıyor. yaşamak lazım. gerçi kış aylarında da farklı bir sorun var. o da havanın saat 10:00'a kadar aydınlanmıyor oluşu. bu da kolay bi' şey değil. çünkü alıştığınız saatlerde aydınlık bir hava bekliyorsunuz ama nafile. hava bildiğiniz kapkaranlık. o yüzden dışarı saat 11:00'dan erken çıkmak mantıklı değil. bu yüzden gece çok güzel eğlenin, geç yatın ve geç kalkın. çünkü St. Peter'e gelen bütün gezginler böyle yapıyor :) (gece hayatından bahsetcem, biraz sabır..)


ne güzel şehrimizdin sen petersburg

(iş bu yazı bir yolculuk öncesi yazısıdır)



..yani elbette bir genelleme yapmak saçma olacak burası kesin. lakin biraz gözlem yaparak ulaşılacak bazı çözümlemeleri ben şimdiden insanlara anlatmaya çalışıyorum. aslında biraz görmeye çalışsalar onlarda farkına varacaklar. kime diyosam! neyse, sizden yaşça büyük olanların genellikle vişne suyu sevdiği bir dünyada yaşadığımızın farkındasınız değil mi? bence olun. öyle çok fazla kurcalamaya gerek yok bu tespiti. çünkü gerçekten de böyle bir olay var. ortalama yaşça büyük nesle şöyle bir bakın, meyve suyu dendiğinde tercihleri hep vişne suyundan yana olmuştur. ben bunu uzun seneler eve gelen misafirde filan deneyimledim. aşağı yukarı hepsi kendilerine tercih sunulduğunda hep vişne suyunu seçti; bayram olsun ya da olmasın. şeftali veyahut kayısı konusunda fikirleri dahi olmadığını gördüm. olsun; onları da seviyorum ben. ha unutmadan bu seremoni sırasında "ayran" tercih edenlerin sayısı, ikram edilen tatlının baklava olmasıyla doğru orantılı. durum çocuklara gelince ise biraz daha farklılık kazanmıyor değil tabi. evde yapılan ayranın genellikle pütürlü olması, onların tercihinin gazlı içeceklerden yana olmasına sebep oldu. böylece koca bir nesil ayrandan soğudu. sebep; evde yapılan ayranın genellikle pütürlü olması..


hayır bir de olayın örtbas edilme durumu var. annesinin fırlattığı terliği ona geri götüren çocuk masumiyetinden hallice olan. biraz farkı var, yok değil. ama yine de bazı nesilleri -ki biz sanırım bu nesle giriyoruz- normal olan alışkanlıklardan soğutmuş bir anne baba güruhu mevcut. tabi bu söylediğime; "anne çoraplarım nerde?" sorusuna; "nerede çıkardıysan ordadır.." cevabını veren anne de dahil. durum böyle olunca da sırf geçmişimle oynaştığım için kendisini aldattığımı sanan insanlara, benim yaşadıklarımın aynılarını yaşadıkları için biraz garip gözlerle bakıyorum. hem ne kadar farklı olabiliriz ki; kızların poposuna bakmak için onlara yol veren garip insanlarız hepimiz. hem ayrıca hiçbirimiz bayrama inanmadık ama bir harçlık mevzuhu var..