koskoca keşkeleri emaye bir tencereyle paylaşmak

.

verdiği demeçlerin birinde; "cüretkâr sevişme sahnelerinde seve seve oynarım" gibi iddialı bir cümle kullanmıştı. oysa ki olayın ne sevişmekle, ne de cüretkârlıkla uzaktan yakından alakası yoktu. tek derdi, bütün alışveriş boyunca aklına gelmesi için uğraştığı ama bir türlü bulamadığı o en gerekli şeyin ne olduğuydu. yolda rastladığı ve kendisine annesinin iki günde bir süt aldığı ayla abla'yı çağrıştıran kadın sayesinde aklına gelen beş kiloluk mavi emaye tencereyi gözünün önüne getirmeye çalıştı. vazgeçti sonra. aklının bir köşesinde bıraktığı o şiddetvari anıyı hatırlayıp başını hafifçe salladı. sanki başına konan bir sineği kovma çabası gibiydi. saçmaydı..
sonbahar başlayalı sanırım üç hafta olmuştu. öğretmeni tarafından kendisine bahşedilmiş masa örtüsü yıkama görevini layıkıyla yerine getirmek için eve hızlı adımlarla koşarken, annesinin geçen yaz ördüğü kaşkolu sıranın altında unuttuğunu farketti. geri dönüp dönmemek arasında yaşadığı tereddüt, öğle saatinde parası o kadarına yettiği için aldığı yarım simitte yaşadığından kat be kat fazlaydı. yarım simit kavramını bundan 4 yıl önce hademe ali abi ortaya atmıştı. ilk yarım simidi alan olayın muhteşemliğinden bir haber, birazını arkadaşına vermiş geri kalanını da kendi yiyordu. yani o da her öğrenci gibi aldığı hiçbir şeyin tadına tam anlamıyla varamamıştı. allah onları nasıl biliyorsa öyle yapsındı. ali abi; okul müdüründen habersiz, parası çıkışmayan çocuklara yarım simit satarak hem onların gönüllerini yapıyor hem de para kazanıyordu. simidin yarım olup olmadığına yine kendisi karar veriyor, simitleri uzattığı o küçük kare pencere arkasından çevirdiği dolaplarla çocuklar arasında sürekli esrarengiz bir hava estiriyordu. efsanelere göre simitleri elleriyle değil, kullandığı o keskin bıçakla bölüyordu. çünkü simitler çok nizamiydi ve bu işte kesinlikle bir ustanın parmağı olmalıydı. gerçek çok geçmeden çıktı ortaya. ali abi simitleri bıçağıyla değil, bir önceki teneffüs sınıfın sobasına attığı odunlar için kullandığı elleriyle bölüyordu. yani onun ne bıçağı vardı, ne de onu kullanmak için bir tahtası. tek gerçek usta işi elleriydi. kesinlikle kusursuz işler çıkartıyorlardı.
bütün bu anıları kolaçan ederken beyninde, zihni yine o mavi emaye tencereye kaydı. sanki peşini hiç bırakmayan bi' lanetmiş gibi ensesinden ayrılmıyordu. galiba doğduğu günden beri bir amerikan korku filminin içindeydi ve film nevada'da geçiyordu. ortam hep sıcaktı. benzin istasyonundan deposunu dolduran herkes elinde iki bira ve iki üç paket cips ile çıkıyordu. arabada rehin tuttuğu kadına; "sana bi' şeyler aldım" deyip  uzattığı cipsleri yine kendi kafasında buluyordu. peşinden gelen okkalı osmanlı tokadı kadının suratında patlarken, böyle bir olayda osmanlı tokadının ne işinin olduğunu düşündü. beyni kendisine çok büyük oyunlar oynuyordu..

aslında o günü yaşamasına sebep olan olay unuttuğu kaşkolunu alıp almaması arasında yaşadığı tereddüttü. belki bunu yaşamasa ne yolda gördüğü kadın annesinin süt aldığı ayla abla'yı, ne de o teyze vasıtsıyle mavi emaye tencereyi çağrıştıracaktı. okula vardığında ali abi çoktan o küçük penceresini kapatmış, öğretmenler odasından yürüttüğü sandalyesine oturmuş bu günkü hasılatını hesaplıyordu. camı bir kere tıklattı. ali abi hiç beklemediğinden olsa gerek ani bir irkilmeyle elindeki bozuk paralardan bir kısmını yere düşürdü. bunları çarşıdaki osman bakkaliyesi'ne götürüp bütünlettiriyor, tam karşılığını aldığı kağıt paralarla kendini daha zengin hissediyordu. oysa ki bütün madeni paraların tutarı, eline geçen kağıt paralarla aynıydı..
osman bakkal, küçücük kasabada şehirden getirdiği ve üzeri yorgan ipiyle dikilmiş çuvallarda sattığı yeşil sabunlarıyla ünlüydü. bütün kasaba bunların kepeğe iyi geldiği düşünüyordu. oysa ki gerçek, kasabada kimsenin kepek sorununun olmadığıydı. bütün herkes bu durumu yeşil sabunlara bağlıyor, bu sayede osman amca haddinden fazla yeşil sabun satıyordu. bu sabunun bir diğer özelliği de ilk kullanılan anda kafanızda bir mermer parçası gezdiriyormuş hissi vermesiydi. köpürmüyordu! köpürmeyi bırakın, biraz erimesi neredeyse ilk banyonun sonlarını buluyordu. mesela ben; eğer o sabunla ilk kez yıkanacaksam annemden önce banyoya giriyor, o gelene kadar sabunu banyo kazanından zar zor gelen sıcak suyun altına tutuyordum. suyun altına tutuyordum derken musluktan akan değil elbet. babannemin hacdan getirdiği bakır tastan akan suyun altına. eğer bunu yaparken anneme yakalanırsam o günkü sırt keseleme merasimi bir işkenceye dönüşüyor, o sırada verilen mini ekonomi dersleriyle de kulaklarımın pası siliniyordu. çünkü annemin sesi banyoda müzeyyen senarvari bir havaya bürünüyor, ortam birden foça'daki bir balıkçıya dönüyordu. beynimin içinde kadehler tokuşuyor, haydarinin hafif sulu olması canımı sıkıyordu..
 - ne var lan!

şeklinde bir haykırışla kendinden bekleneni yapan ali abi, kafasını o küçücük kare pencereden  uzatıp geçen ay yaptırdığı altın dişiyle hesap sormaya başlıyordu. cevap vermek için ağzından çıkan son tükürüğü bekleyip derdini ifşa etti;

-- şey ali abi.. atkımı sıranın altında unutmuşum da.

- iyi bok yemişin!


yine başını fütursuzca salladı. geçen sefer dahi bir işe yaramadığını bildiği halde bunu tekrar denemesi, baştan beri yaşadığı talihsizliklere sanki bir gönderme gibiydi. annesinin her bayram yaptığı tatlıları kilere sakladığını bilip de bilmemezlikten gelişi, divan edebiyatı şairlerini bile kıskandıracak tecahül-i arif sanatlarıyla doluydu. işin garip yanı ise; son bayramda tatlı şerbetsiz olduğu için bütün bu sanatlar boşa gitmiş, şiirin bütünlüğü içinde yok olan yine dünyevi zevklere olmuştu. 

asya'nın ufuklarında doğan güneşin sadeliğine şahit olmak

.

uzun zaman olmuş..

eskilerden konuşmaya başladığım andan itibaren neyin yeni, neyin eski olduğunu anlayamaz oldum. tabi bu sürecin doğal reaksiyonlar göstermesi konusunda bilimsel çalışmalarım yok lakin; anlatmaya çalıştığım şeylerin aşık olduğum kadına karşı betimlemesi, dünyadaki en büyük sorunum halini alıyor. çözemediğimden ya da aklımın almadığından değil, ben sadece katlanan bir kağıdın sallanan bir masanın kısa olan ayağının altında ezilmesinden zevk almıyorum. küçük detaylar arasında boğulurken, o kağıt parçasında ne yazdığını bilme gayretim, her şeyin önüne geçiyor. kendimi senden alamıyorum..

ekseni kaymış dünyaların insanlarıyız hepimiz. neyin doğru olduğunu sorgulayacak zamanımız filan yok! iliklemeye en alttan başlarken anneannenizin ördüğü hırkanın düğmelerini, ona olan hasretimizi dahi hiç düşünmüyoruz. düstur edindiğimiz bütün doğruları hiçe sayıyoruz. misal ben, bu okuduğunuz şeyleri komşumun internetini ondan izinsiz kullanarak yazıyorum. düşünün işte o kadar kötü durumdayız. tarih bizi affetmeyecek sanırım.
ufkumuzu açmak için hayal kurmak da neyin nesi! bunun, dibinde az kalmış reçel kavanozunu bir çay tabağına kapatıp yavaş yavaş akmasını izlemekten farkı yok. izdihamlar içinde kaybolmaya çalışmak ya da. bir nevi uhrevi huzurlarda bir çeşme havası. şairin de dediği gibi; her tarafından ziya akan.. 
seferi olmak adına yaptığım yolculuklarım oldu tabi, olmadı diyemem. en azından bir amaca hizmet ettikleri konusunda hemfikiriz (seninle tabi). hal böyle olunca bunları anlatma içgüdüm daha da bir depreşiyor. kazanan kim oluyor onu bilmiyorum ama; bunu idrak edebilme ihtimalime bayılıyorum..


singapur > tayvan uçuşunda çektim bu fotoğrafı. düşünün işte, bulutların üzerinde iken bile size o küçücük camdan bakma fırsatı bile vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. belki de özgürlüğü en güzel hissedeceğiniz anda bile. koltuğunuz koridor tarafında olsa bile bunu yapıyorlar size. mahkum ediyorlar önünüzdeki ekrana. ayağa kalkıp yürüdüğünüzde bile, önünüze mahremiyetin anatomisini seriyorlar. çırılçıplak hem de. en olası sevişmelerden bile zevk almıyorsunuz, kendinize utanarak baktığınız. bulutların üzerindesiniz ulan! daha ne olsun.. özgürlükse dibine kadar..

geçen aydı sanırım, tarihini de tam hatırlamıyorum. tayvan ve singapur'a gitme fırsatım oldu. asya kıtasına ilk gidişimdi. merakın yanında daha başka şeyler de aradım ama yoktu. ben ilelebet sürgüne gönderilmiş bir ülkenin kralını oynuyordum ama bütün salon bomboştu.

perdeler üzerine kapanmasın, siz de nasiplenin diye fotoğraflar çekmeye çalıştım. tabi beklenen ya da umulan cinsten olmadıkları kesin. yine de anlatacak şeyler çıkartmak konusunda yaptığım ihtisasımın bitirme tezi olarak görülebilir. orası sizin takdiriniz olsun. her zaman ki gibi. malum rüyalarımız her zaman aynı olmayacak..


itiraf etmem gerekirse neyi anlatmam gerektiğini inanın ben de bilmiyorum. bu tıpkı elini attığın her bisküvinin kırık olması gibi. alakasızlıkların sınırları kısaca..

siz boşverin de benim tayvan'da singapur'da ne yaptığımı da ben size daha başka şeylerden bahsedeyim. aralarda da fotoğraflar filan olsun işte, tıpkı eskisi gibi. nasıl olsa bir gün tayvan'a ya da singapur'a gidecek olursanız ulaşırsınız bana. yapmadığım şey değil, elimden geldiğince yardımcı olurum. öyle yapalım biz öyle. en iyisi bu..

ne diyordum..

hah! fazla zamanımız yok. kendimden örnek veriyim mesela. daha gitmediğim ülkelerin sayısı, gittiklerimden fazla. ne için çabaladığımı filan zannediyorum ki. hesap ortada işte, cepten yiyoruz. her dakika, her saniye hatta. durumun vahametini ortaya koymak için daha bir sürü şey dökerdim de ortaya, sonra toplaması da bana kalıyor diye korkuyorum. hayır üşendiğimden filan değil, arda kalanlar yüzünden bütün endişem. fezaya yükselmek adına sırça köşklerimden oluyorum..
hanginizden başlamam lazım mesela? sarı ışıkta oturmayı tercih ediyor diye bir kadına aşık olanlarınızdan mı? ilk sen söyledin diye güzelmiş gibi gelen bütün nihavent şarkıları, bir de hüzzam makamında duymayı tercih ettim diyen benden mi yoksa. bütün büyük filozofların ortak kanısıdır birazdan okuyacağınız cümle. işte sırf bu yüzdendir benim de bütün suçu büyük filozoflara atışım. "iffetini beş paralık etmiş bütün kötülüklerin anasıdır sanat. sırf siz bir şeyleri beğenin diye renkleri, sesleri, hatta bir çamuru bile güzelmiş gibi gösteren.." 
davranışsal kaygılar aslında. hani bir sonu ya da başı olmayan, olsa da adı konulmamış devasa küçüklükler. her biri bir öncekinden daha saf, bir sonrakine daha kirli geçen. destesi bozulmuş bir kumar kağıdı gibi, yerini başka şeylerle doldurulmaya çalışılmış, başarılması an meselesi. özgüven sahibi insanların yapacağı şey değil, sırf ayağı sığmıyor diye masasındaki sürgülü klavyeliği yerinden çıkarmak.
bulamadığım çözümlerin en güzeliydin halbu ki sen, sağlaman sonucundan güzel..