biraz monterey ve okyanus kıyısı muhabbetleri..

.

monterey kısmında biraz takıldık sanki. ziyadesiyle burjuva kokan çok mekan gördüm denebilir ama monterey bunların içinde kendi egemenliğini ilan etmişti çoktan. her halükarda eksikleri olmalıydı, kaçınılmazdı ama olmadı işte. kimsenin derdi yokmuş gibi mocca içtiği, soba kovası boşaltmadan büyümüş, kanepe minderi arasından kabuğun soyulmamış antep fıstığı bulmadan geçen gençliklerin sahipleri olarak monterey haklı; merasimlerin ve diğer aktivitelerin zul olduğunu pahalı evleriyle ciddi şekilde dile gitiriyordu. tahmin dahi edilmediği, edilmeyen, edilmeyecek bir çok suçlu profili içinde; merdivenden en son iten kişiyi tahmin etmek kadar saçma bir mesuliyet hissi bile çok ama çok geliyordu bünyemize. misafir geldiğimiz yerden ev sahibi gibi ayrılmaya yemin etmişcesine içimize çekiyorduk kokusunu oysa ki. kişiliğimize işlemişti mürebbiyeler tarafından büyütülme fikri, yadsıyamazdık. her defasında örselenmiş, tok bir siyonizm öfkesiydi bu. yeşermemiş olması da bir o kadar normal hissizlikler bütünü..


monterey için söylenecek çok şey var aslında. belki okyanusa karşı gelmiş de allah onu taş yapmış olması son cümlelerim olabilir. yalnız bu bile yavan kalırdı, hiç kimsenin serbest kalamayacağı suç mahallerinde..




..week 38 is over!



kimse belçika'ya rızasıyla gitmez!

.

çok farklı anlamlar taşıyan filmlerden biri hakkında konuşma gereği duyuyorum. "in bruges"den yani. öyle ki bunun zihnimde yer etmesi bile güzel geliyor çoğu zaman.. lanet bir çekiciliği var ve bu her zaman da öyle kalacak. gerçi filmden öte belçika'dan kaç kelam etmek gerek. nedense böyle bir ülkenin varlığı bile başlı başına teferruat. olmasa da olurlardan bir diğeri. çünkü neydüü belirsiz kesitler bırakıyor hafızanızda. kaç gün, kaç saat, kaç yıl kadığınızın önemi yok. bunu kendisine erişmiş herkese yapıyor.. elbette brüj hariç! yollarında yürürken bile bunu hissediyorsunuz. çok fazla noksanlık var ve lanet olsun ki bir türlü tamamlanmıyor. şuan bile kondurabildiğim bir yeri yok koskoca ülkenin benliğimde. sanatsal dürtüler, belki biraz aşk, seks belki de. küsmüş ve terbiyesini bir kenara bırakmış çocuk gibi masum hareketleri de cabası. hangi akla hizmet, ya da hakka cürret bu özgüven. 


işte bu yüzden  kimse belçika'ya rızasıyla gitmez.

elbette brüj hariç..




..week 37 is over!


artakalan fotoğraflar / vol #2

.

güneşli öğleden sonraları hakkında bir nevi canhıraş sürtüşmelerimiz oldu bizim san francisco ile. kendi başımızın çaresine, yine kendi başımıza bakamadığımız seri cinayetlerimiz hatta. çok sevgi talep edip çok sezgi bulduk ve bu her zaman bize ait olmayan çelişkileri gündeme getirdi. sefa sürmek için bile cefaya ihtiyacımız vardı. bunu mantıklı düşündüğümüzde doğru gelse de, ahlaki olarak ne kadar yanlış olduğu hepimizin malumu..






bitiyordu bitmesine ama sanki gelecek güzelliklerin az da olsa habercisiydi.

kendi sınırlarında, kendi eyaletinde!



..week 36 is over!


sahibine ulaşmayan kartpostallara ne olur?

.


seyahat ettiğimiz ülkelerden sevdiğimiz insanlara kartpostal göndermek gibi garip ama dürüst huylarımız var bizim. buna biraz geç başladık, bizim hatamız. sadece hatıra kalması için yaptığımız bir dürtüyü, ileride yüzlerde azıcık tebessüm bırakması için adet haline getirmeye çalışsak da; buna ziyadesiyle engel olmaya çalışan kurum ve kuruluşlarımız var bizim. özellikle türkiye'de posta kavramı inanılmaz kötü çalıştığından, sizin hayallerinizi hüsrana uğratan bu kurumlar farkında olmadan hiç beklenmedik bir şeye sebep olur. sahibine ulaşmayan kartpostallara.. 

düşündüğünüzde çok normal sanki. gönderilene ulaşmayan herhangi bir mektup ya da posta gibi. her tarafından doğallık akıyor hatta. ama kartpostallar sanki bu durumun biraz dışında. hatta baya bir dışında. çünkü sahibine geri dönen bir kartpostala henüz rastlamadım. konu şurdan geldi aslında aklıma; porto seyahatinde bir kaç kartpostal gönderme fikri geldi aklımıza. yazdık, doldurduk ve gönderdik. kimileri ulaştı, kimileri ulaşmadı -ki bunlar türkiye'deydi- sonra aklıma sahibine ulaşmayan, teslim edilemeyen kartpostalların durumu geldi. ne yani, teslim edilmediği için postanelerde yığınlar halinde duran kartpostallar mı vardı? bu sanki kağıt yığınlarından ziyade, yaşanmış anıların bir toplama kampı gibi olmalıydı. fikrinizden dökülen bütün zerreleri işlediğiniz nakışların -ki bundan sonra kartpostal olarak adlandırılacaktır-, yeni sahiplerine değil de ait olmadıkları yerlerde depolanmasıydı bu. binlerce, yüzbinlerce sahipsiz kartpostalı karanlık çuvallarda saklayıp, üzerilerindeki cümlelerle adressiz yerlere hapsetmenin bir açıklaması olmalı. mesela ben; böyle bir şeyin olduğunu / olabileceğini hiç düşünmemiştim. şimdi ise bunu gurur meselesi haline getiresim var.

kimse bana tek yapraklık üzerinde manzara fotoğrafı olan bir kağıt parçasının değersiz olduğunda filan bahsetmesin. öyle ki bu kartpostallar, ileride gizbe odaların gizli yerlerinde bizleri tehdit etmek için kullanılacaktır;

buna eminim..




..week 35 is over!