bazı fotoğrafları neden daha çok severiz..

.

bu anlık bi' olgu bence.

çünkü ne zaman bir fotoğraf çeksem ve nasıl çıkmış diye baksam, eğer o an orada güzel olmuşsa her zaman güzel olmuştur benim için. sonrasında bana görünüşleri, hissettirdikleri filan tamamen gereksiz gelir. sanırım bu yüzden fotoğrafın anlık bi' durum olduğuna inananlardanım ben. uzun uzadıya beklemek, tripot kurup dakikalarca olağanüstü bir manzaranın karşısında kareler çekmek bana göre değil sanırım. sanırımı fazla oldu evet, bana göre değil. ben daha çok o an ne his bıraktığına bakıyorum fotoğrafın bende. üzerinden zaman geçen fotoğrafların yaşattığı his hatıraları tetikler benim gözümde. oysa ki beğenme dürtüsünü tetiklemeli. "işte bu olmuş" demeliyim çektikten maksimum 10 sn sonra. bunu gittiğim her seyahatte tekrar tekrar deneyimliyorum. çektiğim her kareyi sonrasında gördüğüm ekranda beğeniyor ya da beğenmiyorum. silmiyorum elbette, sadece o an bana güzel geliyorsa geliyor yoksa arşivimde mb yığını olarak kalıyor. bu blogda okuduğunuz yazılarda da o fotoğraflara bakıyorsunuz zaten. kaliteli fotoğraflar mı, elbette değil. beğenilmesinden çok unutmamak için çekiyorum. dert ettiğim tek konu o an bana güzel gelmesi, hepsi bu..

neden daha çok sevdiğimiz konusunda da aslında bakarsanız öyle net bi' fikrim de yok, bi' nevi "bilemiyorum altan" durumları.. 





..week 5 is over!

tırnak içine alarak sevilmiş yerler listesi..

.

bakın! çok uzun zaman önce kurulmuş devletlerin, sizi özel hissettirmek gibi dertleri yoktu. onlar, hayatlarını devam ettirebilmek için yolları, durakları inşa ettiler. bunları yaparken yine sırf siz erişebilesiniz diye diğer yerleri ve şehirleri inşa ettiler. bunda asıl amaçladıkları şeyin mantığına bakınca, bir yerden başka bir yere gitmek olarak görülebilir. bu tabiki de yanlış! durana ulaşmak için sarfedilen yol, varılan her nereyse onu kutsal yapan olgunun kendisi oluyor. geçen zaman ise hüsrana uğramış çoğu insan için bir nevi teselli ikramiyesi..

yakın olması için çabaladığımız bütün metro istasyonları çekici geliyordu haliyle. her biri geceleri birer günah yuvasına dönüşen, yüksek sese sahip müzikli evrenlerin birer galaksisiydi. kimi garip görünse de bu evrenlerin, bizi kendine çeken enerjileri vardı. bunu nereden mi biliyorduk peki.. gece, aralarında korece konuşan iki kadınla aynı odada yatıyorduk çünkü. onların kendine olan elitizmi, acaba aralarında farklı bir çekim gücümü var sorusunu aklımıza getiriyordu. hatırlarsınız, fransizca dahi konuşamadıkları bir şehirde birbirleriyle korece konuşarak kamufle etmişlerdi gerçek yüzlerini. ardından bu soğuk havada incecik giyinerek çıktıkları -5 derece soğukta, içlerine atlet giymedikleri için annelerinden azar yemiş bizleri uyandırmıştı. kimin haddineydi bu cesaret kıvılcımının fitilini ateşlemek, kimin haddineydi üst ranzada yatan bana kısacık boylarıyla gecenin ilerleyen dakikalarından üzerinde ne var ne yok çıkartan kadınları anlatmak.. kimin! 


biz de birer üçüncü dalgaydık kendi köşemizde. bir önceki raundda aldığımız yumruklardan olsa gerek gözümüz, geri sayan hakem saatindeydi. bir an evvel bitmesini temenni ettiğimiz bütün bu hengameden; tezgahın önünü kapatan, kapattığı için de azar yemeyen bi' köpeğin ihtişamıyla uyanıyorduk. sanki sahibi olduğu bütün çekimserlikleri, hava parası almadan başkasına devredilmiş bir mekanı terketmişti az önce. ve bu az öncelik, sakinliğinin verdiği o tedirginliği taşıdığımızı çok belli ediyordu. soyismi şaşalı diye sevdiğimiz ünlü insanlara bakıp ah çektirmişti ayrıca. nadir görülen bütün hastalıklara şükrettirmişti, eni boyundan büyük antrelerde. sanki yoktu da biz var etmiştik onu, gitmekten bıktığımız tek perdelik bi' tiyatro perdesinde.




dramatize edilmiş bir berlin komedisi..

.

seyahat süresi bence yaptığınız yolculuğun size ne ifade ettiğini, etmesi gerektiğini belirleyen en büyük unsur. kaç gün olmalı, nerede ne kadar kalmalı sorusu bence sorulması gereken ikinci soru her zaman. çünkü insanoğlunun yaratılışında var sıkılma olgusu. mekanlardan, insanlardan, olaylardan sıkılırsınız. sevdiğiniz parçadan sıkılırsınız mesela. sürenin uzaması her zaman iyi değildir kısaca. uzadıkça beklentileriniz artar çünkü. karşılanmayan bütün beklentiler de sizi mutsuz eder. seyahat etmek denen eylemin mantığında da bu var. kalmak istediğiniz süre, gittiğiniz yerle örtüşmediğinde sizi boğmaya başlar. bunu defalarca yaşadım. bu plansızlıkla alakalı görülse de; siz planınızı ne kadar güzel yaparsanız yapın, seyahat sırasında yaşayacağınız en ufak talihsizlik sebep olabilir buna. kaçmanın mantıklı bir tarafı yok bundan. çünkü siz bir yere orayı sevmek için gitmezsiniz. gider, yaşar ve öyle seversiniz; sevmezsiniz ya da. memnun olma literatürüne de girmiş çok nadir olay varmış bunu çürüten. öyle diyolla..


gelin olayı dramatikleştirelim biraz;
sabahları soğuk oluyordu ve bir o kadar da karanlık. saat farkının bizi sendelediği dakikalarda iş telefonlarımıza mailler yağıyordu hunharca. kimine cevap vermek istesek de buna engel olan iki tane koreli kız kalıyordu yan ranzamızda. fotoğrafçılık okuduğunu iddia eden içlerinden biri, fransa'daki eğitimini tamamlayıp ülkesine ne zaman döneceğini sorduğumda çeliştili cevaplar veriyordu. hangisinin doğru söylediğini anlamaya çalışırken aklıma gelen ikinci soruya yanıtlar arıyordum bir yandan da. horlayan koreli bi' kızdan cevap alabilmek bizi biraz tedirgin etse de, korece aksanına yakışmayan bir fransızca gramerle cevapladı sorumuzu. halbu ki hiç beklemiyorduk ondan bu yaklaşımı. minicik saç düzleştiricisini çalmak istediğimizi ona anlatmak istemiştik oysa ki. her ne kadar yapmasak da bunu, onlar hakkında aklımıza kalanlar çektikleri garip fotoğraflar ve minik saç düzleştiricisiydi.


her girdiğimiz cafede bizi hayrete düşüren güzellikte muffin kalıpları karşılıyordu baristaların önünde. sanki istifa etmişiz de umurumuzda değildi gümrükteki malzemeler. umarsızca latteler söylüyorduk saçının bir tarafını kazıtmış o isveçli bayana. soğuk ülke insanı olduğu hiç belli olmuyordu hazırlarken konuştuğu arkadaşına olan tavırlarından. filtre kahvenin tadını anlamaya çalıştığımda da konudan sapıyordum. safi mutluluk kaplamıştı içimizi yan masamızda sahipleri ile birlikte oturan köpeklerden. ne kadar da hak sahibiydiler hitler almanyası'nda. duvar filan dinlemeden yıkıp geçmişlerdi engelleri. gelene gidene aldırış etmeden hem de..



avrupa şehirlerinde neden arabesk söylemlere göğüs gereriz

.
sondan başlayalım.. 

christmas'da, bunu layıkıyla kutlayan ülkelerde/şehirlerde olmak en zevk aldığım şeylerden biri. bunun dini ya da ruhani bir nedeni yok, bu şekilde sebepler aramanın da manası yok açıkcası. insanların zevklerini, mutlu olduğu şeyleri sebepsiz yere yapması, her neyse o şey daha anlamlı kılıyor. hakkı verilerek yapılan en ufak olgu, dünyayı yaşanılabilir kılan en şehvetli unsur. bu şehveti yaşatan güruh hangisi ise ona tabi olmaktan mutluyum. sonuçta mutlu olduğum şeyleri imkanlarım dahilinde yapmak, bir nebze de tutunmamı sağlıyor hayata. sanırım hepimiz için de öyle. içinde bulunduğumuz toprakların bize verdiği şeylere baktığımızda, ne kadar kısır bir döngüde olduğumuz aşikar. sırf bu yüzden yer yeni yıla, başka bir ülkenin topraklarında girmeye gayret ediyoruz. 


bu sefer de fırsatı berlin'den yana kullandık. ne garip ki bu kadar zevkli olacağını, bizi her şekilde doyuracağını düşünmemiştik berlin'in. uzun zamandır istememize rağmen fırsat bulamadığımız, eski dostlarla hunharca sohbet etmeyi özlediğimizi bize gösteren bu şehir.. casusluk filmlerindeki o kasveti size yaşatmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. gerçi o klasik olgunun da farkındaydık gitmeden önce. malum, "her yer türk" mottosunun vücut bulmuş hali almanya. özellikle de berlin bunu belli başlı bölgeleri ile çok güzel sergiliyor. en ön sıradan hem de ya da tepedeki localardan, bilemedim. bu her ne kadar her türkü korkutan bi' durum olsa da, bu sefer bendeki kalıpları yıkan bir deneyim oldu. tahmin dahi etmeyeceğimiz şeylerin bizi şaşırtması mı dersiniz bilmem, öyle alelade değil de tam yerinde veriyordu müziği kulaklarımıza; dilimize, damaklarımıza..


daha önceki yazılarımda, seyahatlerimizde tercih ettiğimiz konaklama seçeneklerinden bahsetmiştim. bunlarında airbnb geliyor her zaman. sebeplerini ilerleyen haftalarda değinirim, daha iyi anlaşılması açısından. her neyse.. bu sefer eskileri yadetmek için hostel tercih etmek mantıklı geldi. sonuçta xmas'di ve fiyatlar gereğinden pahalıydı. iyiki de öyleymiş.. çünkü kaldığımız hostel beklediğimizden de iyi çıktı. beklediğimiz derken biraz açmakta fayda var. tek başıma seyahat ettiğim dönemlerde benim için önemli olan şey sadece uyuyabileceğim bir yerin olmasıydı, hepsi bu. temizlik elbette önemliydi ama bir nebze de olsa kabul edilebilir durumda olması ikinci şartımdı. ilki daima ucuz ve eğlenceli olması tabiki! şimdi ise ucuz ve eğlenceli olmasının yanında temiz olması da ilk şartlar arasına girdi. işte bu hostel de bütün bu özellikleri barındarın tam bir kurtarıcı oldu. sağolsun.. ha unutmadan, gördüğün en ihtişamlı hostel binalarından biriydi ayrıca. tarihi çok eskilere dayanan sanırım 100 yıllık tuğla bir bina. eskiden bir tekstil okulu (büyük ihtimalle yatılı) olarak hizmet vermiş. daha sonra hosteli alan aile tarafından biraz düzenlemeden sonra son halini almış. her odada tuvalet ve banyo olmasının yanında, kapalı yüzme havuzu ve saunası da vardı. belki garip ama öyle.. güzel yerdi namussuz..