dramatize edilmiş bir berlin komedisi..

.

seyahat süresi bence yaptığınız yolculuğun size ne ifade ettiğini, etmesi gerektiğini belirleyen en büyük unsur. kaç gün olmalı, nerede ne kadar kalmalı sorusu bence sorulması gereken ikinci soru her zaman. çünkü insanoğlunun yaratılışında var sıkılma olgusu. mekanlardan, insanlardan, olaylardan sıkılırsınız. sevdiğiniz parçadan sıkılırsınız mesela. sürenin uzaması her zaman iyi değildir kısaca. uzadıkça beklentileriniz artar çünkü. karşılanmayan bütün beklentiler de sizi mutsuz eder. seyahat etmek denen eylemin mantığında da bu var. kalmak istediğiniz süre, gittiğiniz yerle örtüşmediğinde sizi boğmaya başlar. bunu defalarca yaşadım. bu plansızlıkla alakalı görülse de; siz planınızı ne kadar güzel yaparsanız yapın, seyahat sırasında yaşayacağınız en ufak talihsizlik sebep olabilir buna. kaçmanın mantıklı bir tarafı yok bundan. çünkü siz bir yere orayı sevmek için gitmezsiniz. gider, yaşar ve öyle seversiniz; sevmezsiniz ya da. memnun olma literatürüne de girmiş çok nadir olay varmış bunu çürüten. öyle diyolla..


gelin olayı dramatikleştirelim biraz;
sabahları soğuk oluyordu ve bir o kadar da karanlık. saat farkının bizi sendelediği dakikalarda iş telefonlarımıza mailler yağıyordu hunharca. kimine cevap vermek istesek de buna engel olan iki tane koreli kız kalıyordu yan ranzamızda. fotoğrafçılık okuduğunu iddia eden içlerinden biri, fransa'daki eğitimini tamamlayıp ülkesine ne zaman döneceğini sorduğumda çeliştili cevaplar veriyordu. hangisinin doğru söylediğini anlamaya çalışırken aklıma gelen ikinci soruya yanıtlar arıyordum bir yandan da. horlayan koreli bi' kızdan cevap alabilmek bizi biraz tedirgin etse de, korece aksanına yakışmayan bir fransızca gramerle cevapladı sorumuzu. halbu ki hiç beklemiyorduk ondan bu yaklaşımı. minicik saç düzleştiricisini çalmak istediğimizi ona anlatmak istemiştik oysa ki. her ne kadar yapmasak da bunu, onlar hakkında aklımıza kalanlar çektikleri garip fotoğraflar ve minik saç düzleştiricisiydi.


her girdiğimiz cafede bizi hayrete düşüren güzellikte muffin kalıpları karşılıyordu baristaların önünde. sanki istifa etmişiz de umurumuzda değildi gümrükteki malzemeler. umarsızca latteler söylüyorduk saçının bir tarafını kazıtmış o isveçli bayana. soğuk ülke insanı olduğu hiç belli olmuyordu hazırlarken konuştuğu arkadaşına olan tavırlarından. filtre kahvenin tadını anlamaya çalıştığımda da konudan sapıyordum. safi mutluluk kaplamıştı içimizi yan masamızda sahipleri ile birlikte oturan köpeklerden. ne kadar da hak sahibiydiler hitler almanyası'nda. duvar filan dinlemeden yıkıp geçmişlerdi engelleri. gelene gidene aldırış etmeden hem de..





kesin söylemek gerekirse işin sonuçlarının buralara kadar varması bizi pek de memnun etmemişti. bahsettiğim gibi amaç yeni olan bir yıla şuana kadar defalarca yaptığımız gibi faklı bir ülkede girmekti, fazlası değil. şimdi neden hiçbir' şey yokmuş gibi alelade çekişmeleri bizim önümüzde yaşadı ki koskoca şehir. sipariş verdiğimiz bütün yemeklerde olduğu gibi sushimizde de gereksiz ayrıntılardan kaçınmıştık oysa ki. mesela ben sadece tadımlık yiyordum bu sefer, çünkü asıl aradığım lezzet başka taraflardaydı. ilks olayı biraz daha geleneksek kılan lezzetleri tercih ediyordu her zamanki gibi..


matilda isminde kimseyi tanımamıştık bu seyahatte. metrolarda karşımıza çıkan insanların bize bakışlarındaki o tavır; fotoğraf makinemi onlara doğrulttuumda aniden kesiliyor, yerini korku ve dehşete bırakıyordu. her istasyon ismini almanca telaffuz etmek kadar, ineceğimiz durağı saymayı da kaçırıyorduk. çünkü gülüp geçecek o kadar fazla insan vardı ki etrafımızda, ağrıyan çene kemiklerimize masaj yapmaktan buna fırsat bulamıyorduk. adeta endonezyalı masörlere bırakmıştık kendimizi garip isimli metro duraklarında. sandviçindeki domatesi almam için ekmeğini aralamış çılgın bir koreli daha görecek halim yoktu!


mizansenlerimizi kendimiz yazıp kendimiz oynuyorduk bütün skeçlerimizde. öyle şirin, öyle de nazik insanlardık anlayacağınız. biz hepsinden de fazla soykırıma uğramış bir millettik ve soykırım her ayın ilk iş günü tekrar ediyordu turuncu koltuklarda oturan insanlar tarafından. oysa ki biz turuncuyu mahalle bakkalının poşetin ağızını açmak için elini ıslattığı o süngerden öğrenmiştik. ne gerek vardı ki bu koltuklarda oturanlara! soğuk-sıcak dengesi kadar ve bi' o kadar da sade içimli hüzünlerimiz vardı bizim. servis edilen porselen tabaklarımızı zürih'deki ekinci el pazarından almış olsak da..


karşısına dikildiğimiz ön sıramızdaki koltuklarda da farklı hikayeler vardı seyahat ettiğimiz uçakların. kırk küsür yıl önce almanya'ya göç etmiş, 19 yaşındaki oğlu öldürülen ve bunu anlatırken de gözleri dolan bir kadına üzülmemesini söylemek kadar beyhude çırpınışlarımızı bir kenara bırakırsak eğer, berlin'in bizde bırakmaya çalıştığı o derin izleri silmek için zımpara kağıtları sipariş etmemiz gerekiyordu. kim bilebilirdi ki hem; çocukluğunu geçirdiğin mahalleden bir adamla, ikinci el dükkanında gördüğün bir lambanın pazarlığını yapacağını? ha bi' tesadüflerin en uzun olanını size anlatmam kadar doğal olan bir şey varsa eğer, o da dilini bilmediğiniz ülkelerde aradığınız suyu bulamamamızdı!


raylarını takip ederek yürüdüğümüz yollardan çıktığımız meydanların hafizasını, eski medeniyetlerin savaş ganimeti olarak saymamız gerektiğine karar verdik. biz yaşasaydık o dönemlerde, şehrin en güzel meydanını daha minimalist döşerdik mesela. oysa ki onlar, sırf makyajı güzel olmuş diye kendi milletimden olduğuna inanmadığım bir kadına saygı duymamı sağlaması için daha gotik bırakmışlardı. kendilerince haklı olabilirlerdi, buna itirazımız yok ama bizi kendilerine bu kadar hayran bırakacak kadar abartmaları hoş karşılanmamalıydı. amacımız sadece bir kaç farklı lezzeti, bohemya porseleni tabaklarda servis eden mekanlar bulmaktı, fazlası değil..


bakın!

birkaç iyi adam filminde iyi adam sayısını kısıtlamaya çalışmak, sanki biraz bencilce bir tavır. bu kısıtlamalar her ne kadar gittiğimiz şehirlede kaldığımız süreyi örneklese de, amacımız toplumsal bir mutluluk siparişi vermekti. bunda yanlış olan bi' şey de yoktu. her uyandığımız sabah berlin'e olan hissiyatımızda da ufak tefek değişiklikler oluyordu bi' de. kendini bize anlatmak için çaba harcayan, yol iz bilmeyen bi' turistti sanki koca şehir. koreli kızların dahi kendini anlatabildiği bu karamsar yerde, kendini bize anlatmak için çabalayan bu şehri sevmeliydik diye düşündük.

çünkü hiç bi' koreli o çekik gözlerini, yuvarlak çerçeveli gözlüklerle gizleyemiyor..


..week 3 is over!


0 fikre tercüman olmuş:

Yorum Gönder

hani duşa girersin de su ısınana kadar geçen süre içinde yaşadığın üşüme vardır ya?

hahh işte o anlarda aklına takılan bir yorum olsun..