yalan söylemek için bir gerçek aramak



hadi bana bir yalan söyleyin. bundan gerçek olsun ama..


soğuk öyle bir hal alır ki bazen; iliklerinize işler, kanınızı dondurur. bazen de öyle anlar yaşarsınız ki; ne soğuk kondurur kanınızı, ne de yalan söyleyecek bir gerçek ararsınız. işte böyle anların birinde gördüm bu küçük kızı. şişli'nin arka sokaklarının birinde..

hani mağaza önlerinde sıcak hava üfleyen küçük mekanizmalar vardır ya; işte onların birinin üzerine oturmuş, soğuktan üşüyen ellerini ısıtıyordu. ilk defa bu kadar saf bir sıcaklık vardı dünya üzerinde. güneş bile ısıtmamıştı bu kadar dünyayı. lanet edecek ne kadar çok şey varsa ettim. susmak haddim bile değildi!


hala gülüyordu.. fotoğraflarını çekip oradan ayrılırken bir kaç adımda bir duraksadım. ne yalan söyleyeyim hayatımda onun kadar içten gülmedim, belki de onun kadar üşümedim bile. ayak uçlarıma bakıp yürümeye başladım sonra. her adımda sanki bir şeyler ezip geçtim. dur diyemedim, "gel" demek aklımın ucundan bile geçmedi. şimdi düşünüyorum da; her yağmur yağdığında oraya gitsem, sonra orada ellerini ısıtan küçük bir kız çocuğu görsem ve desem ki; "ben söyleyecek bir yalan bulmadım, sen bana gerçeği söyle.." acaba benim de yüzümde böyle saf bir gülümseme olur mu?

unutmadan; siz söyleyecek bir yalan buldunuz mu? bunun kadar gerçek ama..!


bir gülümseme için beklenen bir başkası


hava soğuktu biraz. aslında yürümek için idealdi ama yine de titretiyordu insanı. böyle anların birindedir efendim bu hanımefendi ile karşılaşmamız. kendisi beyoğlu'nun bilmem hangi sokağında; dışarıda bomboş duran masaların birine tek başına oturmuş, o soğuğa aldırmadan içkisini yudumluyordu. bense bu durumu garipsemiş halimle yanından geçerken bir an duraksadım ve sordum kendisine; "-fotoğrafınızı çekebilir miyim?"

"- tabi sorun değil.." dedi, şaşırmış ve hafif çekingen bir gülümseme ile. biraz yürüdükten sonra bu gördüğünüz pozu çektim. gidip hemen gösterdim kendisine. "-demek fotoğrafta da belli oluyor ne kadar sinirli olduğum.." dedi. bunu söylerken öyle bir hali vardı ki; sanki ben hiç orada yokmuşum gibi içten ve kararlıydı. tek kelime etmedim, edemedim! hafif yokuş aşağı yoldan yürüdüm ve ileride durdum. şimdi yapmam gereken bir kaç poz daha mıydı, yoksa çekip gitmek mi? 


ben ikincisini yaptım! durdum ve bu yukarıdaki pozu yakalayana kadar bastım deklanşöre. bundan önce ne kadar fotoğraf var elimde ya da kaç defa bastım deklanşöre inanın saymadım. ama eminim otuzun üzerindedir. hepsinde o ilk fotoğraftaki, kendi deyimi ile "-sinirli" hali vardı. ne içindi ya da neyeydi bu sinir inanın bilmiyorum. sorsam söyler miydi inanın buna da emin değilim! 

bu gülümsemenin sebebine gelince efendim; bir arkadaş. ya sinirli  haline sebep olmuş, bundan önceki otuz bozu verdiren arkadaş ya da onunla hiç alakası olmayan sadece o derde ortak olmak için gelmiş bir arkadaş..

bu gülerken gördüğünüz hanımefendinin karşısına oturdu kendisi. sadece ona bu gülümsemeyi vermedi elbette. bana da oradan gönül rahatlığı ile ayrılma huzurunu verdi..

dicek pek söz yok! dostlukları daim olsun..

*bu arada fotoğraf albümü kısmında bir kaç fotoğraf daha var bu anın hatırası.

"şimdi yeni şeyler söylemek lazım.."


babam olup olmadık zamanların adamıdır. hep bir yerde sabit kalamayanlardan birazda. sürekli "tebdil-i mekanda ferahlık vardır.." der durur. ben tabi sonraları anlıyorum ondaki bu değişim, gelişim olgusunu..

şu içinde bulunduğunuz mekan-ı levazımattan bahsediyorum efendim. görüldüğü üzere değişti, bir garip haller oldu kendisine. uzun süredir değişmeye yüz tutmuş bu halini bir şekle şemale sokmak isterdim, sonunda oldu. sabahlamalar, kod ayıklamalar derken bunu çıkarabildim ortaya. renkleri hazır bir şablonun üzerine bunu inşa ettim yeni baştan. artık fotoğraf ablümüm bile var :] daha büyük boyda, teşhire daha müsait. FKH adamının kim olduğunu gözler önüne seren bölümümüzde güzel oldu bence :] bütün kirli çamaşırlar ortada. daha gelişir mi? elbette! iş bu durumdan mütevellit efendim; takdir de sizin, tekdir de.. 

Hz. Mevlana'nın da dediği gibi;

"Ne kadar söz varsa düne ait
 Şimdi yeni şeyler söylemek lazım."


nedenini sordular, bende söyledim..

bundan bir ay önce "İstanbul Bilgi Üniversitesi Haber Merkezi -HaberVesaire- bölümünde muhabirlik yapan bir dost bana bloglar ile ilgili bir haber hazırladıklarını ve küçük bir söyleşi yapmak istediğini söyledi. geri çevirmek olmazdı elbette.. haber geçenlerde yayınlanmış. kendileri aşağıda. beğeninize sunarız efendim... 



- blog yazma sebepleriniz nelerdir?

+ bloğumu sadece aklıma gelen, takılan ve kendi anılarım için yazıyorum. olay sadece kendim için. başka bir şey için değil.. bir açıdan kendimi bir yerlerde ifade etme isteği sanırım. bunu ekşi sözlükte de yapabilirdim ama olay sadece bu değil tabi ki. fotoğraf çekmeyi çok sevdiğim için paylaşma imkanım var. yazılar ise her zaman ifade etmede bir araç. blogda bunu yapabilmem için bir vesile..

- bloğunuzu açarken bir çıkış noktanız ya da hedeflediğiniz bir amaç var mıydı?

blogu açarken kesin bir amacım olmadı. sadece ben bu düşündüklerimi çektiğim fotoğrafları bir yerde paylaşmalıyım mantığı. sanırım amaç sadece kişisel..

- bloğunuzun aylık ya da haftalık okunma oranı nedir? az okunduğu zaman bu durum sizi olumsuz olarak etkiliyor mu?

belli başlı okuyucularım var. onların haricinde yurtdışından blogumu okuyan insanlarda var. onlara da hitap etmek hoşuma gidiyor. fotoğraf evrensen bir şey ve bu herkesin ilgisini çekiyor. az okuması da hiç moralimi bozmaz. ben önceden de dediğim gibi asıl olarak kendim için yazıyorum..

- maddi olarak google adanse gibi yerlerden kazanç sağladınız mı? daha doğrusu maddi bir kazanç kazanmak beklentilerinizin içinde var mı?

maddi bir şey hiçbir zaman düşünmedim. bu maddiyat ile olacak iş değil bence..

ilk açtığınız zamanla bu günü karşılaştırdığınızda bloğunuzda nasıl bir gelişme var? daha geniş kitlelere seslendiğinizi hissediyor musunuz?

gelişme her türlü, her zaman var. okunma durumunun fazlalılığı da çok sevindirici. yazılarımda bu oranda daha fazla gelişti tabi ki. daha sağlam basıyorum sanırım yere.. olması gereken de bu belki de..

bu güzel söyleşi için Görkem KeserGüventürk Görgülü'ye ve onlar vesilesiyle HaberVesaire ekibine bir kere daha teşekkürler..

edit: bu arada kitap okuyan sultanahmet'te güneşin tadını çıkaran bir hanımefendi. tarihin göbeğinde satırlara dalmış. rahatsız etmek olmazdı..

güneşte ısınan öğle yemeği


iştah açmak için yapmıyorum baştan söyliyim.. 

beyoğlu'nun arka sokaklarında bir restorant mekanımız. güneş o kadar güzel vurmuştu ki üzerine artık zamanı gelmişti deklanşöre basmamın. yemeğin sahibi güzel bayan fazla yemeden hallettim bende işimi. tam manasıyla neyi yediğini görmek için buraya tıklamak kafi. ha ondan sonra hakkında yapacağınız yorumları (hakarette olabilir) göğüslemeye hazırım :]

hadi iyi acıkmalar size.. :]

fotoğraf 75x300 minolta lens ile baya uzak bir mesafeden çekildi.

bir ayakkabının başına gelenler


istanbul'da bir sokak.. 

olması gerekenlerin bir hiyerarşisi var karşınızda. ayakkabıyı boyatan hanımefendiyi şuan görmüyorsunuz. kendisi; amcamızın yanındaki yüksek taburede kısa eteğinin verdiği dikkat çekiciliğin keyfini süren, elinde deri evrak çantası ve şık takımı içinde bir holding çalışanı. o an ki tek amacı yüzlerce lira verdiği ayakkabısının parlaması. bu amacına da ulaşmışa benziyor..

gelelim amcamıza. aslında onun da tek derdi o ayakkabının parlaması. yoksa alacağı en fazla beş lirayı filan düşünmüyor bile. çünkü hiç yapmamış böyle bir şey, düşünmemiş parayı. tek derdi memnun etmek müşterisini ki bir daha gelsin ayakkabı boyatmaya..

bir de ayakkabı var tabi bu fotoğrafta. bu hikayenin baş aktörü olduğundan habersiz üzerindeki yükü kaldırmaya çalışıyor. kadının istediği her zaman temiz ve parlak olması, amcamızın ise geçerken uğramasına olan hasreti!

şimdi sormak lazım. elindeki boya lekesi hiçbir zaman silinmeyen amcamız mı asıl kahraman, yoksa yüzündeki makyajı silmek için verdiği kremin parasıyla on kere ayakkabı boyatabilecek hanımefendi mi? 

1614 km'de barcelona, valencia, madrid, roma {bölüm ve sahne 5 \ extra}



başlarken bir de extra bölümümüz olacak demiştim hatırlarsınız belki :] aslında çok düşündüm ama sanırım yapmasam bir sürü şey eksik kalırdı.. işte bende kalmaması için yazıverdim efendim. baştan söyliyim; "kimse bana bunun suç olduğunu söylemesin, göz hakkı denen bişey var kardeşim bu dünyada!"

bölüm 1 {planlama}


efendim bu aşamada araç sürerken kendimi(z)i oyalayacak, böyle ne biliyim atıştıracak bir şeylerin olmasının hepimiz [ben, mcd, sem] için faydalı olacağını düşündük. bu yüzden de konuyu daha derinlemesine incelemek için çeşitli planlar yaptık! sade ve öz planlardı ama bunun kimse bu şekilde olacağını tahmin etmemişti. 

valencia'dan madrid'e giderken alışılmamış bir şey dikkatimi çekti. konuyu netleştirmek ve kendime yandaş bulabilmek için o an [genelde sürekli] uyuyan iki kişiye başvurdum. kendileri de bana hak verdi. konu mu? haa pardon; efedim konu yol boyunca sağlı ve sollu hiç bitmeden devam eden portakal ve mandalina bahçeleri idi. onlarda bana onay verdi. bunun bir göz hakkı olmalıydı! oldu da..

bölüm 2 {artık dayanacak gücümüz kalmamıştı}


evet kalmamıştı. valencia -> madrid yolunun kaçıncı km'idik hatırlamıyorum çektim kenara ve bu mandalina bahçesine doğru koşmaya başladım :\ kolay olmadı tabi etrafı metal bir çit ile çevriliydi. sahibi var mı yok mu hiç düşünmedim şahsen! umurumda da değildi hatta. eğer yakalanırsam dicektim  "al abi parası ne kadarsa" (yerse tabi!)


telaş!!! hemde haddindan fazla. yarabbim nasıl bir koku.. ben hayatımda bir bahçenin bu kadar güzel koktuğunu görmedim. nasıl bir mandalina kokusu, nasıl bir cezbediştir inanamazsınız :] itiraf ediyorum zamanım olsa oturur biraz daha koklardım yeminlen. yoktu tabi ki.. dedim ya telaş. ulan diyorum bizim orada olsa adama "yapma be dayı, iki mandalin için yapılcak iş mi?" dersin ama elin ispanyoluna nasıl anlatıcan derdini?!? tamam telaş var ama benim gözüm doymuyor ki kardeşim. koku o kadar güzel ki kendime hakim olamıyorum :] aldıkça alasım geliyor.{çaldıkça demiyorum farkındaysanız!} deim yeter artık bu kadar topukla..

bölüm 3 {yeter lan artık kaç kaç}


bu fotoğrafı koyup koymamak için çok düşündüm aslında. sonradan utanır mıyım dedim ama nerde bende o yüz :] yaa bi dakka ya! neden utanıcam ki? ben kalkmış taa türkiye'den gelmişim, iki mandalina {tamam 16 da olabilir} aldık diye idam edilecek değiliz ya? onlar gelse buraya bahçeden mandalina aldı diye kızacak mıyız adamlara? tabi ki hayır. eğer sahibi orada olsa isticektim izin ama yoktu napıyım?! 


ya bir de ne biçim çit yapmışlar telden!  zor tımandım valla. sanki gece gelip bütün hasadı toplucaz :] aldığımız bi kucak mandalina. neyse ben topukladım olay mahallinden. arkama bakma fırsatım olmadı, olsa bakardım :] çitten atlarken ganimeti çimlere atıp atladıktan sonra geri toplayacaktım. sonrasında aklıma cebime doldurup atlamak geldi ama başarılı olamadım :] 


neyse atladıktan sonra bütün ganimeti tekrar toplayıp arabaya doğru yürüdüm! tamam tamam koştum :] valla itiraf ediyorum sahibinden izin alıp yeseydik o mandalinaları bu kadar zevkli olmazdı. tamam belki yaptığım yanlış ama dedim ya "göz hakkı" denen bişi var bu dünyada. hem masumduk yaa, valla masumduk. en azından ben öyleydim :]

unutmadan bu fotoğrafları çeken sem'e dicek lafım yok! adama binbir zorlukla dalından mandalina topluyoruz adam bizi kayda alıyor. hiç utanma arlanma kalmamış bu adamlarda hiç!! :]

dakikalar sonra gelen edit: gururluyum çocuklarım için çaldım! :]

1614 km'de barcelona, valencia, madrid, roma {bölüm ve sahne 4 \ roma}

sevmek gibi geliyordu her şey,
sevmek gibi gidiyordu kadın!
adının anlattığı canın teni yakmasıydı.
bir bulut.. 
evet ama aslolan, bulutun suyu yağmasıydı!
italya \ roma


ispanyol merdivenleri ve bu hanımefendi ile başlayalım efendim roma'ya.. hani şu günün her saati insanların oturup kendini dinlediği, karşılarında akan çeşmeye bakıp "acaba" larını düşündükleri çeşmeyle. maceramız başlarken aklımızda italya yoktu. hatta bunu kim soktu aklımıza onu da bilmiyorum. birden çıkıverdi karşımıza. ben ikinci kez, sem ve mcd ise ilk kez tanıştı roma'yla. geçen sene tam bu zamanlardı. bir sabah kalktım ve "ben italya'ya gidiyorum!" dedim. bir hafta içinde vize, bilet vs. halledip sırt çantamı da hazırladıktan sonra bastım gittim italya'ya. bütün italya'yı trenle keşfettim. tek başıma.. 


ispanya'dan dönerken dokuz saat rötarli bir uçak bekliyordu bizi roma'da. dedik acaba? iyi ki de demişiz. sırt çantaları emanete bırakıldıktan sonra çıktık havalimanından...

italya\roma için çok fazla şey söylemeye gerek yok sanırım. ispanya'da ne kadar tarih varsa, italya'da bunun üzerine on kat daha koyun! her köşesinden tarih fışkırıyor sanki. köklü bir medeniyetin temelleri atılmış, en ihtişamlı dönemi burada yaşanmış. haliyle de eserleri dün gibi ayakta. fazla vaktimiz yoktu. epi topu 4-5 saat.. böyle olunca iş başa düştü. roma'ya gidipte görmemek olmaz dedirtenleri yapalım dedik. geçen seneki tecrübeden mütevellit aldım sazı elime. ilk olarak "via del corsa".. roma'nın en meşhur\merkezi caddesi. bizdeki hangi caddeye benziyor söylemeye gerek yok herhalde :] 


bu caddede yürürken dikkatinizi sağlı sollu insan kuyrukları çeker hep. her yüz metrede bir vardır  bunlardan. neden bekliyorlar diye merak etmiştim geçen gidişimde. sanatsal bir faaliyet için efendim bu sıralar. ya bir resim sergisi ya da bir tiyatro oyunu. bir dakikalarını sanatsız geçiremiyorlar anlıcanız. hani bir gün giderseniz merak etmeyin diye anlattım. ben yaşadım siz yaşamayın yani :]


bu şehirde insanlar birbirine aşık! kıskanmak mı lazım yoksa imrenerek mi bakmak gerek bilmiyorum. bu poza benzer elimde en az üç çift daha var. onların bu anını fotoğraflamak, aşklarına şahitlik etmek gibi.. 


yukarıda azda olsa bahsettik ama tam anlamıyla değinmeden olmaz. dedim ya bu şehirde insanlar birbirine aşık diye, işte bu merdivenler asıl mekanları onların. kimi dinlenmek için, kimi sevgilisine sarılmak için orada. "ispanyol merdivenleri" nden bahsediyorum. burada oturup bir şeyler yazmıştım geçen sefer. bu sefer nasip olmadı ama o sefer ne yazdığım dün gibi aklımda..


içinden ne diledi bilmiyorum ama tam zamanında yakalamışım :] "aşk çeşmesi" dediğimiz mekandayız. insanlar başlarının üzerinden attıkları bozuk paralarla kısmet aradıkları mekan yani :] şaka tabi ki.. umut edilen her ne varsa olması için harcanan çaba kutsaldır. mcd'de sanırım bu inançla attı parayı. valla sormadım ne diledin diye ama barcelona'daki çabasını gördükten sonra neye olduğunu az çok tahmin edebilirim sanırım :]


bundan bahsetmesem olmazdı sanırım :] italyan pizzası ile ilgili görüşlerimi daha önceden yazmıştım kutsal bilgi kaynağında. gitmişken tatmadan olmadı tabi ki de. geçen sefer ki seyahatimde de yine beni hayran   ama bu sefer ki daha bir güzel geldi bu kurtlar gibi aç bünyelere :]


başlamadan şu fotoğrafın üstüne bi tıklayın :] nasıl ama ? burada pizza tartılarak satılır efendim! evet yanlış duymadınız tartılarak.. istediğiniz çeşidinden istediğiniz büyüklükte kestirirsiniz, sonra kesen kişi teraziye koyar ve biraz daha ısıttıktan sonra servis eder. seçerken o kadar kendinizden geçersiniz ki önünüze geldiğinde; "lan napmışım ben!" dersiniz. ama yine de nasıl oluyorsa biter o koca tepsideki pizza :]


patlıcanlı, brokolili, acı soslu vs. çeşitleri var. peynirin tadını hiç bu kadar doğal, o gevrekliğin kıvamı hiç  bu kadar leziz gelmez size.. malzemelerin hamurun üzerinde durması için çaba harcarsınız, o kadar boldur yani. acaba şundan da denesem mi diye sakın ola tereddütte düşmeyin! sonra benim gibi pişman olursunuz.. :] o brokolili pizzayı denemediğim için halen yastayım..


yavaş yavaş bitiriyoruz macerayı.. zaman öyle çabuk geçiyor ki; "acaba gitmedik mi?" demeye başlıyorum. bu hem kötü hem de çok iyi benim için.. bir sonraki için sebebim oluyor! sebep aradığım için değil, sadece beni itecek bir şeyler arıyorum. bazen buluyorum bazen de olmasına gerek kalmıyor. "kendi yağıyla kavrulmak" deyimini yakıştırıyorum kendime çoğu zaman. hep bir sebepten ötürü dikleniyorum hayata! iyi de yapıyorum... roma'dan ayrılırken artık bittiğinin farkında olduğumuz anıların izdüşümü vardı yüzlerde. yorgunluktan ziyadesiyle keyif almak daha doğrusu...


bu macerada ben yokum efendim. çünkü keşfettiğim bir şey yoktu roma'da. ne varsa sem ve mcd içindi. onlar ilk defa gördü via del corsa'yı, ilk defa yediler italyan pizzasını italya'da. bu yüzden kendime verecek ne bir sözüm ne de bir hesabım vardı. sem'in ya da mcd'nin var mıydı bilmiyorum ama yüzlerindeki o hal maceranın bittiğini ifade eden hüznü belli ediyordu sanırım. iş bu pozları çekerken hep acaba nasıl görünecek diye merak ettim. şimdi bakıyorum da o küçücük pencereden gördüğüm kişilerle büyük hallerini gördüklerim arasında çok ama çok fark var. bunlar daha iyi anlatıyor hallet-i ruhiyelerini...

sona yaklaştıkça kelimeler nedense daha acıtıyor. olsun varsın, bu da bir nevi kendi iç hesaplaşmamız :] biten her şeyden arta kalanlar anlatır ya size özeti. işte bende o özete imrenerek bakıyorum. hep "iyi ki yapmışım" var dilimde. olası bir pişmanlığı aklıma bile getirmiyorum. olmayacak duaya amin demelerin bilmem kaçıncı perdesidir bu bilmem ama; son perdesi olmayacağı kesin! işte bunu biliyorum...

1614 km'de barcelona, valencia, madrid, roma {bölüm ve sahne 3 \ madrid}

ispanya \ madrid

şimdi anlatmaya başlasam ve desem ki "oradaydım!" eminim çoğunuzun için pek bir anlamı olmayacak. hatta yazıya başlarken kullandığım iki renk için çoğu kişi kızacak belki de.. ama sadece şunu söylicem; "oradaydım!"


bir önceki yazımda belirtmiştim madrid'in bizim için önemini. gönül verilen arma için bir deplasman daha yapacağımızı. yaptıkta, hemde en güzellerinden birini.. madrid'i belki bu şekilde hatırlayacağım hep ama anlatmam gerekenin madrid olduğunun farkındayım :] 

gidişlerin en güzeli, bir dönüşü olduğunu bildiğinizdir. eğer bunun farkında iseniz hep bir bilinmezlik bekler gittiğiniz yerde sizi. ve içinizde zerre kadar umut taşıyorsanız, hep beklediğinizden fazlasını bulursunuz gittiğiniz yerde. bizde giderken hep bir umut taşıdık içimizde. zerre kadar değil ama, böyle sırtımızda binlerce ton ağırlık yaparcasına. ama taşıdık işte.. hem de çok güzel taşıdık! yukarıdaki fotoğrafla başlamamın nedeni siyah&beyaz bir fotoğrafta bu kadar ihtişamlı çıkan bir yapı daha görmemiş olmam! madrid'in en ünlü sarayı burası. ok büyük bir alanı kaplıyor, gördüğünüz sadece giriş kapılarından biri. içine girip gezmek konusunda tereddüt yaşadık, girmedik sonunda :] eksik kalanlar sadece bunlar olsun dercesine..


sokakları günün her saati bu kadar canlı bir şehir yoktur sanırım ispanya'da. sabahın köründen tutunda, gecenin bilmem kaçına kadar insanlar sokaklarda. herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyormuşcasına hareket halindeler. işin garip tarafı sizi de sürüklüyorlar peşlerinde. alamıyorsunuz kendinizi onları izlemeden. katılıp gidiyorsunuz arkalarından onlar nereye giderse.. 


sürüklüyorlar dedim ya? hah işte bu birazda sizinle alakalı.. eğlenmek isteyen  ya da "bakalım acaba geceleri nasılmış bu şehir?" diyen biriyseniz kesinlikle tam yerindesiniz. madrid gece hayatı alışılagelmişin dışında. gündüzleri geçtiğiniz sakin sokaklar geceleri bambaşka bir silüyete bürünüyor. ne yalan söyleyeyim iyi de ediyor. kaldığımız hostel tarihi bir yapıydı. işletmecileri en alt katını bir bara çevirmiş. saat 23'ten sonra açılıp geç saate kadar hizmet veriyor. eğer orada katılmak istemezseniz madrid gece hayatı için turlar düzenleniyor. 15 € karşılığında sizi kaldığınız hostelden alıp iki güzel bara oradan da bir gece kulübüne götürüyorlar. her barda ve gece kulübünde ilk içtiniz bedava hemde :] kısıtlı parayla seyahat eden bir bünye için bal-kaymak. ayrıca yalnız da kalmıyorsunuz. sizin gibi hostelde kalan bilmem kaç milletten insanla birliktesiniz. eğer çekingen bir bünyeye sahip değilseniz muhteşem bir gece sizi bekler benden söylemesi :]


sağdaki fotoğraf kaçıncı karşılaşmam bilmiyorum. bu bayanla değil tabi ki, pozla :] dedim bu sefer bunu anlatmalıyım. eğer yabancı bir ülkede iseniz dikkatinizi sürekli sizin gibi gezen, olanı biteni anlamaya alışan insanlar takılır gözünüze. bu bayanda onlardan biri. yabancısı olduğu bir şehirde sırtında çantası yolunu bulmaya çalışıyor. onları o kadar çok benzetiyorum ki kendime, diyorum acaba bir gün kesişecek mi yollarımız bunlardan biriyle. diyecek miyim acaba; "ben seni bir yerden hatırlıyorum? geçen sene italya'da.." diye. söz dersem anlatırım...


güneşin tadı.. mevsimin kış olduğu bir anda açan güneş nasıl bir mutluluk hissidir yarabbim! böyle iliklerinize kadar ısıtır, gözleriniz kamaştırır filan.. bu elemanda bunu düşünüyor olacak dönmüş yüzünü güneşe dalmış gitmiş. yanından geçerken makinemi elime aldığımda tereddüt ettim uyanır mı acaba diye.. uyanmadı! hatta haberi bile olmadı :] ama sizin haberiniz var artık..


yukarıdakinden haberiniz oldu ya bundan da haberiniz olsun istedim. madrid'i keşfederken karşımıza bir mekan çıktı. böyle bir sürü yerden giriş kapısı olan, deli gibi güzel kokular gelen bir mekan. içine girip gezmeye başlayınca anladık ki küçük bir mısır çarşısı çıktı karşımıza. çeşit çeşit mezeler, küçük kavanozlarda reçeller, tapaslar vs. hemen oracıkta alıp şarabınızla birlikte yiyebileceğiniz ayaküstü masalar bile var. şimdiye kadar hiç görmediğim şekilde hazırlanmış sandviçler, öğleden sonranın o mahmurluğunda size yarenlik etmeye hazır bekliyor. şık hanımefendiler, jilet gibi takım elbiselerinin içindeki beyefendiler iş çıkışı buraya uğramayı adet edinmiş tahminimce. sadelik filan aramamak lazım sanırım böyle durumlarda. elde duran kadehi güzel yapan her zaman fönlü saçlar olmuyor bence. birazda işin içine asalet ve şıklık girmeli. bedeni saran bir Ermenegildo Zegna sanırım ne demek istediğimi çok iyi anlatır.. böyle olunca bizde fazla duramadık orada. üstümüzdeki jean pantolonların sırıttığı gün gibi aşikarken, asaleti ile başbaşa bırakıp çıktık . haa unutmadan tam çıkarken denediğim bir reçel vardı. ne reçeli olduğunu hatırlamıyorum ama o alışılmamış tadı hala ara sıra ağzıma geliyor gibi. siz siz olun sadece merak ettiğiniz için bir şeyi denemeyin. sonuç her zaman güzel olmayabiliyor :]


az da olsa yemekten bahsetmişken araya sem'i almam gerektiği geldi aklıma :] yahu bu adamla alakalı anlatacaklarım nedense hep bir yerden yemeğe bağlanıyor. ağzının tadını bilen bir adam bu sem. öyle her şeyi yemez. yeyince de iyi yer. uzun bir süre yemeklerimi yeme fırsatı bulduğu için şanslı olan kesimden kendisi ayrıca :] madrid'teyiz. yiyecek bir şeyler bakınıyoruz. öyle lüks restoranlara girip yüzlerce yüro bırakacak adamlarda değiliz haliyle. yorgunluk ve açlık hat safhadayken birden sem ağzından kaçırabileceği en güzel itiraflardan birini kaçırdı :] "oğlum uğur yemeklerini özledim lan!" ilk başka kaldım şöyle bir. acaba yanlış mı işittim sandım! ama yok sem bildiğin benim yemeklerimi özlemiş. bende tabi bir kabarma durumları filan :] işin garip yanı itiraf öyle bir anda geldi ki, hepimiz açız ve özlemişiz şöyle sulu bir yemeği. hafif özlem çiselenmesi yaşandı madrid'in göbeğinde. dedim şuradan bir küçük tüp bir tava bulup menemen mi yapsak :] sonrasında çok geyiği döndü tabi bu menemen'in ama olmadı tabi. ama yapsam kesin hayran kalırlardı buna eminim. nereden mi biliyorum? tecrübe ile sabi efemdim. elin amerika'sında yaptığım menemen'i parmaklarını yercesine silip süpüren insanlar tanıdım çünkü :]


rahat duramıyorum.. ne zaman metroya binsem illa birine doğru yönelecek o objektif. illa birini yakalayacak hazırlıksız. kalabalıktı o gün metro. gördüğünüz adam benden baya uzaktaydı. şöyle aralardan kıvrılıp çekmek istedim kendisini. ilkinde başarısız bir atak! dördüncüde anca bunu yakaladım. tamam da ne var bunda şimdi diyebilirsiniz. belki de haklısınız ama o an o adamın karşısındaki kadına bakışı ve sinirli tavrı hiç olmadığı kadar gerçekti. şiddet belki de insanı hiç beklemediği yerde yakalıyor.  ve işin kötü bırakmıyor yakasını... dicek fazla bişey yok sanırım. adamın hali her şeyi anlatıyor..


bir renge bağlı olmak konusu açıldığında hep rekabet mevzuhu da girer devreye. zaten rekabet olmadan bir anlamı yoktur o renge aşık olmanın. fanatizmin zirveye vurduğu anlarda hep frenledim kendimi. mantıklı düşünmeye zorladım bir bakıma. işte o zaman dedim ben bu takımı iyi ki tutuyorum diye.. bir de deplasmanlarda olduğum zaman hissederim bu duyguyu. epi topu bin, binbeşyüz kişisinizdir. karşınızda en az 25-30 bin kişi size acıyan gözlerle bakar. ama siz o kadar eminsinizdir ki kendinizden ve tuttuğunuz takımdan, bir şeylerin düzgün gideceğine emin olursunuz. mcd'de böyle inandı bütün macera boyunca. dedi; "en azından 1 puanı var bu deplasmanın!" dediği de oldu. maç günü yaklaştığında ne zaman baş başa kalsak kendimden emin bi ses tonuyla; "oğlum deli olcak deli! inleticez calderon'u!"  dedim. bunu da yaptık! şimdi düşünüyorum da  eğer kendimizden emin olmadan gitseydik ve yine berabere kalsaydık bu kadar zevkli olmazmış. bütün macera boyu her şeyi planlamadan yaptık ama bunu planlamadan yapamazdık. olmazdı, bize yakışmazdı! sonucu ne olursa olsun verilen destek hep kutsal olmalıydı tribünde. öyle de oldu.. gol sonrası sevinmekte o kadar haklıydı ki bir avuç taraftar, stada yürürken haykırdıkları her tezahüratı sanki ilk defa söyler gibiydiler. hayran kaldım, hemde bildiğim her besteyi her duyduğum anda..


"bir insanı sevmekle başlıyordu her şey ve boşanmak için en az iki şahit gerekiyordu." şimdi bu dizeden yola çıkıp anlatmaya kalksam eminim eksik kalır bazı şeyler.. o yüzden sadece yazmak en iyisi. bu iki kişi gecenin bir vakti sokak ortasında ne konuşuyorlardı bilmiyorum. ben sadece anın yalancısı olucam. durdukları yol bizdeki istiklal caddesi tadında cıvıl cıvıl  bir mekan. bu çifti onlardan ayıran ise paylaştıkları duygu. ikisi de birbirine öyle içten bakıyordu ki sanırım ikisininde birbirine edeceği bir itiraf vardı. fotoğrafa baktığınızda erkeğin ciddiyeti kıza biraz etki ediyormuş gibi gelebilir, hatta öyle olsun. ancak kızımızın ona bakışındaki gülümseme hiç yoktan 1-0 önde başlatmış gibi.. kazanan kim olur, kim galip gelir bu savaştan bilmiyorum ama yukarıda bahsettiği iki şahide gerek kalmayacağı çok aşikar..


geçen macerada gülmeyen fotoğrafımı koyunca somurtkan bir insan olarak algılanmamak için bunu böyle seçmek istedim :] bu fotoğrafı koyarken aklıma maçtan çıktıktan sonra yaptığım tek kişilik bir protesto geldi. istanbul'da yaşayanlar bilir efendim metrobüs işkencesini. calderon'dan çıktıktan sonra yorgunluk had safhada.. birden hostelin yakınında bir yerden geçen bir otobüs geldi. dedik binelim.. kalabalık var tabi. neyse otobüsün ön kapısından girerken aklıma birden metrobüsün 2 ytl olduğu zaman samiyen'de yaptığımız protesto geldi :] "metrobüs metrobüs 2 ytl, zehir zıkkım olsun belediye'ye.." bende başladım otobüse binmek için sıra beklerken bunu haykırmaya :] çoğu yurtdışından gelmiş renktaşlar normal olarak saf saf bakmaya başladı. ne diyor bu diye.. baktım aradan bir kaç kişi de söylüyor ama arada kayboluyoruz :] dedim bari susalım..

böyle bir anıyla kapandı madrid macerası. biz istediğimizi alarak ayrıldık, aklımızda dört gün sonra samiyen'de yapılacak maç vardı.. gerçi mutlu ayrıldık ispanya'dan, hem de çok mutlu. arkamıza bakarken yaşadığımız yüzlerce anı, tanıştığımız onlarca insan vardı. biz sıradaki durağı türkiye düşünürken italya\roma çıktı. eskilerin dediği gibi orada da içecek suyumuz, yiyecek ekmeğimiz varmış.. :]

1614 km'de barcelona, valencia, madrid, roma {bölüm ve sahne 2 \ valencia}

ispanya \ valencia...


sanırım valencia'yı anlatmaya böyle bir fotoğraf ile başlamak en iyisi.. 

barcelona'dan ayrılırken bizi tam olarak ne beklediğini inanın bilmiyorduk. ispanya denildiğinde aklınıza gelen belli başlı şehirler hep ya barcelona'dır ya da madrid. gitmeden biz de hep bunları duyarak gittik zaten. ama valencia umduğumuzdan hatta ve hatta duymadığımızdan daha güzel geldi bize.. ortalama 3,5 saatlk bir yolculuktan sonra vardık bu güzel şehire. unutmadan yaptığımız yolculuklar hakkında da bir extra olacak blogda. yani bütün macera bittikten sonra kamera arkası gibi bir çalışma.. :] en eğlenceli noktası da bu olacak sanırım..


işte bu bayanla başladı valencia maceramız..  {aslında öncesinde kalacağımız hosteli ararken bize yardım eden polislerle de diyebiliriz. gerçekten çok ama çok yardımcı oldular. neredeyse 10 km lik yolu onları takip etmemizi isteyeyip hostelin kapısına bırakana kadar devam ettiler. haklarını ödeyemeyiz gerçekten. teşekkürler valencia polisi..} evet gelelim bu hanımefendiye; hostele yerleştikten sonra hemen makinemi alıp çıktık dışarı. sokağım köşesini döndüğümüzde onu gördüm. oracıkta oturmuş elinde tuttuğu sigarasını yakacak bir ateş arıyordu.. gördüğünüz ilk pozu çektiğimden haberi yoktu. ama sonrasındaki 7 pozdan haberi oldu :] hatta öyle oldu ki poz dahi verir moddaydı. - burada araya girip bir kaç söz etmem lazım. efenim fotoğraf konusunda ihtisas yapmadım ama eğer birisinin fotoğrafını çekiyorsanız ilk başta size sinir olabilir. yok hatta olur :] işte bu anda devreye fotoğrafı çeken girer. o da genelde ben olurum tabiki. ilk kural gülmeniz lazım efendim. hemde hiç gülmediğiniz gibi. ikinci kural ilk çektiğiniz pozu göstermeniz lazım. baştan söyleyelim eğer bayansa çektiğiniz pozu beğenmeyecek :] bu sizin işinize gelir hemen diğer pozlar için siper alın :] bu hanımefendi de öyleydi. ilk pozu beğenmedi bende diğerleri için sıvadım kolları. ha bu arada ilk pozda buydu..-  mcd yaktı sigarasını. kısa bir muhabbetten sonra ne tarafa gidebileceğimizi anlattı bize..


anlatmış ama biz anlamamışız :] seyahatlerde bir haritacı başı vardır genelde. bizde iki tane vardı :] bütün seyahat boyunca arabayı ben kullandığım ve fotoğrafları çektiğim için bu işi sem ve mcd ye bıraktım. evet bu işte kötü değillerdi ama yine de biraz  zorlanmadık değil :] ama mcd'nin araç içi co pilotluk görevini layıkıyla yaptığını söyleyebilirim. tabi uymadığı zamanlar :] 


tarih.. küçük, şirin ve asaletli bir şehir valencia. neredeyse her sokağında tarihi bir yapı görmek mümkün. ve öyle böyle yapılar da değil. mesela burası;  valencia'nın en eski kiliselerinden biri. yanında da onunla aynı avluyu paylaşan manastırı. öyle temiz ve aslına uygun bakılmış ki ilk günkü dokusunu tamamiyle koruyor.. onları dıştan izlemek kadar içten görmekte çok güzel. hele kokuları.. işte o an diyorsunuz tarih bu olsa gerek!


böyle tarih filan anlatıyorum ama asıl ihtisas konum olan yemeklerin sanırım zamanı geldi :] yemek kültürü ülkelerin bence asıl yüzlerini yansıtır. pişirme şekillerinden tutunda içine koydukları malzemelere kadar. hep bir geleneğin ya da inancın öğesidir.


ispanya'da tam anlamıyla böyle bir ülke. mutfak kültürü denilen kendine has o  dokuyu her şehrinde bulmak mümkün. hele de valencia'da. eğer bir ülkenin yemek kültürünü az çok anlamak istiyorsanız küçük şehirlerine gidin. çünkü en bilinen ve büyük şehirlerinde aslından sapma vardır. bu en güzel iskenderi bursa'da değil de istanbul'da aramak gibi bişi.. yukarıdaki fotoğraf ispanya'nın en mehşur yemeği "paella" ya ait. bizim safranlı pilavın deniz mahsülleri ile bezenmiş hali. böyle büyük ve geniş tencerelerde yapılıyor. kaç kişilik isterseniz o kadar yaptırıyorsunuz. sıcak ve piştiği tencere ile servis ediliyor. "denizden ne çıksa yerim" diyen bir bünye için biçilmiş kaftan. fotoğraflar önünden geçerken durup izlediğim lüks bir restorana ait. öyle çiğerci kedisi gibi bakmama dayanamamış olacak, aşçı başı içeri çağırdı en sonunda  beni. mutfağın içine kadar girip izledim onları.


haklarını vermek lazım hepsi işlerinin erbabı. çalıştıkları restoran valenca'nın o muhteşem sahilinin hemen yanında. durum böyle olunca hepsi profesyonelliğin zirvesinde. saatlerce kalıp izleyebilirdim onları ama mcd ve sem zorla çıkardı beni o mutfakatan :] ama ince tüyolar kapmadım değil. mesela ıstakoz'un kızartılmasında gerekli olanın yağ değil ıstakoz'un kendi suyu olduğunu :]


ve tapas.. hangisi diye sormayın! hepsi :] işin aslı bende tam olarak anlamadım ama kültür işte. bizim meze dediğimiz ne kadar şey varsa onlarda tek bir çatı altına toplanmış ve "tapas" olarak vücut bulmuş. lezzetlerine dicek yok ama hangisinin ne olduğunu çözene kadar insan yoruluyor. genellikle deniz mahsülleri yoğunlukta. ilk girdiğimiz restoranda istediğimizde önümüze irili ufaklı 8 tabağı görünce korkup kalktım :] neyse ki restoran sahibi iyi biriydi de bizden onlar için para istemedi. yoksa cüzdanı boşaltıp çıkardık oradan. bu yüzden dikkat etmekte fayda var. ilk önce ne olduğunu tam olarak öğrenip öyle yiyin yemeğinizi :] sonradan bizim gibi afallamayın. ve kesinlikle ben "tapas" yicem diye girmeyin restoranlara. ne yiyecekseniz onu isteyin. yoksa masa da bardak koyacak yer kalmıyor :] fiyatta bir o kadar şişiyor haliyle..


yemek kültürü kadar içki kültürü denen bir unsur daha vardır. her ne kadar herkesin ilgisini çekmese de bunu inkar etmek en güzel kemalpaşa tatlısının kemalpaşa'da yapılmadığını söylemekle aynıdır. yalandır hilafdır efendim :] böyle bir örnekle başlayınca merak konusu olabilir soldaki fotoğraf. "sangria" efendim kendileri. ispanya'da her yerde içilebilen milli içki. şarabın içine limon, portakal, mandalina ya da ekşi tadı verebilecek meyvelerin koyulmasıyla elde ediliyor. büyük sürahilerde servis ediliyor. o kadar da pahalı değil. şarap sevmeyen biri olarak denemedim ama mcd ve sem'in dediğine göre güzelmiş. böyle bi mayhoş tad arayanlara için sanırım ideal.


benim ilgimi daha çok bu sağımdaki çekti. hazırlanışı bile insanı kendinden geçirmeye yetiyor :] buzlar küçük küçük kırılıp kadehe yerleştirildikten sonra içine koyulan martiniye benzer bir içki ile yapılıyor. asıl detay en sonunda. incecik soyulmuş portakal kabuğu iki maşa yardımıyla ilk önce hafif eziliyor ve daha sonra kadehin ağız kısmına sürülüyor. amaç portakalın tadının içen kişinin dudaklarına gelmesini sağlamak. kabuk bu işlemden sonra kadehin içine koyulup o şekilde servis ediliyor. loş bir ışıkta kadehteki o mavilik görülmeye değer..


:] karşınızda yine, yeni, yeniden mcd. bu pozu metroda yakaladım.. kendisine gösterdiğimde ilk tepkisi " ohaaa diyorum!" oldu. bende hemen cevabını verdim tabi; "istersen fiyatı duymadan oha deme!" :] genel bir yargı cümlesidir benim için portre fotoraflarında "para versen çektiremezsin bu pozu" lafı. hakikaten de böyle doğal olanını zor çektirir ki zaten kendisi de kabul etti. çok yorulmuş ve acıkmıştı. çok yürüdük, haddinden fazla belki de. ama en güzel tarafı da buydu kanımca. yorgunluğu hiç görmediğin yerleri görürken yaşamak. onlarda kabul etti bunu zaten.. ayaklarına inen kara sulara inat feth ettiler valencia'yı.. işin güzel yanı bir kere bile düşmedi yüzlerinden bu gülümsemeler. bunun böyle olduğunu gördükçe bastım bende deklanşöre. nasıl olsa film yakmıyordu meret :] bu konudaki bonkörlüğümü onlarda takdir etti zaten sonra..


şimdi bu pozda anlatacaklarım aramızda kalsın :] insan ne kadar büyüse de çocuk olma konusundaki eğilimleri hiçbir zaman değişmiyor. bu da öyle bir anın fotoğrafı. yolda yürürken gördük şu yaratığımsı şeyi :] dedim sem'e geç çekiyim seni şununla. ilk önce şöyle bi duraksadı. baktım biraz geri duruyor dedim hayrola? baklayı bir anda çıkarıverdi; "çok korkunç lan bu!" :] yalan yok harbiden de öyle bir kostümü var. ama kalın harflerle yazıyorum kostümü :] neyse ikna ettim geçti yanına. bir kaç poz çektim hemen. ilk pozlarda biraz çekingenlik yok değildi. sonradan açıldı bizimki :] bu en çok güldüğü poz. ama dikkat edin yine de bir kaç adım uzağında duruyor. malum böyle adamlarla fotoğraf çektirdiğinde önündeki teneke kutuya atarsın bozuklukları. sem'de attı tabi. sonradan sordum ne kadar attın diye. cevap çok güzel ve yerindeydi :] "10 cent neyine yetmiyor puştun! hem asıl o vermesi lazım türk milli takım formasıyla poz çektirdi.." :] biz yerlerde tabi..


uyumadıkları zamanlarda :] genelde poz verdi ikisi de daha önce de dediğim gibi. adamlar buldu tabi benim gibi beleş fotoğrafçıyı, hemde severek yapıyor. körün istediği bir göz iken, allah bizimkilere iki göz birden verdi. şimdi itiraf etmek lazım bende bunu istiyordum. sağdaki fotoğrafta olduğu gibi kalabalık mekanlarda yakalamaya çalıştım genelde onları. insanların arasında, hiç bir anlamı olmayan durumlarda. asıl bu şekilde olurdu çünkü yaşadıkları mutluluğun kanıtı..


anıları anlatmak için kanıtlamak gerekir bazen. yani küçücük bir çakıyla aslan öldürdüğünüzü kanıtlamak için :] sözden daha çok şeye ihtiyacınız vardır kısaca. ziya gibi atmak tutmaz her zaman! tabi ki bu fotoğraflar bazı şeyleri kanıtlamak için çekilmedi. sadece değerlerini hatırlamak istendiğinde açıp bakmak amaçlıydı. fakat tecrübeyle sabit öyle anlar yaşarsınız ki bunları bir kanıt olarak kullanmanız gerekir. sanırım sem'de böyle yapacak. bunları tarihe atılmış bir çektik olarak değilde, kendi zaferinin bir kanıtı olarak saklayacak! haklı hemde sonuna kadar.. buna yardım ve yataklık ettiğim için kendimle gurur duyduğumu söylesem sanırım müebbet yemem?!? evet ben yaptım hakim bey! onların ispanya'yı fethetmesine ben yardım ettim. mutluyum!


gelelim bu maceradaki bana.. gülmediğim nadir anlardan birinde yakalamış mcd beni. neyi düşünüyordum ya da neye bakıyordum hatırlamıyorum. ama tahmin edebilirim :]  bir yüzde vermek gerekirse; % 86,5 bundan sonraki macerayı düşünüyorumdur. hangi ülke olsalardayımdır büyük ihtimalle. plan yaptığım için filan değil, sadece neresi olur acabasıdır bu bakış :] planı genelde gitmeden bir gün  önce yaparım. o da "havalimanına kaçta gitsem acaba?" dır! kişilik meselesi birazda. kimi insan ben otelde kalmadan, öğle yemeği akşam yemeği yemeden gezemem, bilmem hangi milletten bilmem kaç kişiyle aynı odada\hostelde kalamam diyebilir. kendince de haklıdır. fakat keşfetmek için, öğrenmek için gerekli her şey ya doğada ya da diğer insanlardadır. bu yüzden çok düşünmeden atmak gerek bazen adımları da. bu cesaretin fazlası olan aptallıkla aynı paralelde değil ama. hatta çok çok farklı evrenlerde.eğer karşınıza ne çıkacağına hazırlıklıysanız geriye sadece keşfetmek kalır..


bu güzel mi güzel hanımefendi ile bitirelim valencia maceramızı da. kendisi babasının omuzlarında keşfetmekte idi şehri. o da en bizim kadar meraklı, bizim kadar şaşkındı... soğuktan hafif kızarmış yanakları, şuan sizin görmediğiniz annesinden aldığı gözleriyle öyle güzel bir uyum sağlamış ki sadece kıskanmakla kaldım. hem güzelliğini hem de o sağlam omuzlardaki özgürlüğünü! o kadar sağlamdı ki o omuzlar, soğuktan olsa gerek kendisine bir iki beden büyük montunun içine sakladığı ellerine bile gerek bırakmamıştı. keşkelerin bir anatomisini yapıp ayrıldık valencia'dan..

şimdiki durak madrid. artık maceramızın asıl rengi sarı kırmızıya doğru bir gidiş var.. sevgisinden mesafe kavramını yitirdiğimiz formanın peşinde bir macera daha..

bakalım nevizade geceleri nasıl oluyor madrid'te..