masa altına sümük yapıştırma gibi bişey


gece vakit (saat: 01:31) nereden geldi bu yazacakalarım aklıma bilmiyorum. o yüzden dikkat etmek lazım söylediklerime, fazla cekmemek lazım fişini. malum bozulur makine !?!

kimi insan eline aldığı kalemle çizer hayatını, kimi bekler kendi çizilsin diye. bir emek harcamıyor değildir tabiki, eğer onu yapmıyorsa şuan bunu okuyanlar lafım size değil. olmaması da lazım hatta. ne gerek var bunlara sizin için, siz dolapta duran soğuk suyu için. eğer doldurduysam tabi..!

onu diyorum işte. eğer bazı hayalleriniz varsa; bunların başında bir devinime peydah olmak, "öyle an gelir ki bunların hepsi bir anda düzelir", "hepsi hiç olmadık zamanda bir anda gerçekleşir" dediğiniz durumlar var ise anahtarınızı alıp yukarı çıkın odanız hazır???

çok ciddiyim ben, ben o kadar ciddiyim ki hemde sizlerin hayallerinizde görmediklerinizi, göremiceklerinizi size söylerim. heee şımarığım. kendimi beğenmişim hatta. bırakın allahınızı severseniz yaa. kendi yolunuzu çizmiş, herşeyiniz güzel gideken ben senin yolunu da çizicem, gel bakalım buraya tripleri bozar bizi. sizi de bozar ama; neyse...

dediğim gibi koçlar, siz biraz sirkelenin bakalım, biz şöyle yerimize geçelim. geçelim ki dağılmasın saçlar, saçaklar !?!

uzun bar koltuğundan gelen edit: eğer saat gece 02.00 olmuşsa hiç durmayın yatın. tiksiniyorum sizden..!

şehirlerarası otobüs fantezileri


biraz ayrı kaldım kusura bakılmaya. bayram tatili malumunuz, memleket ziyareti, aile hasreti giderme politikası, damacana su siparişleri vs. bunlar aslında insanı hayata bağlayan diyaloglar amma velakin nerede o eski bayramlar..!

olay aslında bu da değil. ben şu şehirlerarası otobüs yolculuklarında kaldım. bakın bu her zaman olan bir durum değil, zaman zaman olan bir olay da değil. sadece o gün ki şansınıza bağlı. eğer şansınız iyi ise yanınıza oturan dımbık -dımbık diyorum çünkü öyleler- size rahat bir yolculuk yaşatır. aynen insanla yatağa girmek gibi; ne kadar tecrübeli ve kendinden emin ise insan ise o kadar rahat ettirir. bindiğin at gibi, rahat gidersin yani..

neyse geliyorum memleketten ismi lazım değil bir otobüs firması ile, koltuk orta sıraların biraz arka tarafları. hatta dur tam adresi veriyim; 38 numero! neyse her zaman ki gibi senelerin verdiği tecrübeye istinaden oturdum koltuğuma -ki cam tarafı olup olmaması sorun değil- başladım sakin yolculuğumun ilk dakikalarına.

yanımda oturan -dikkat: oturma kelimesi sadece normal insanların yaptığı eylem olduğu için söyledim, bildiğin lafın gelişi- öküz tek kişilik koltuğa bir yayılmış, sanırsın kendi evinde yeni aldığı tv koltuğunda oturuyor. ulan insan biraz toplanır, biraz kişilik sahibi olur! yok anam yok, kimsede saygı kalmamış, yok olmuş vesselam...

artık özel arabamı alana kadar gitmeme kararı aldım memlekete. ben giderim adım kalır otobüslerde sonra; çekemem çalı, çırpıyı ?!?

pis edit: hepsini geçtim birde ayladır uyumamış öküz gibi böğürmez mi..! suratına kusuyum suratın...

yıkanmış yastık kılıfının mis kokulu hikayesi


aklıma gelmişten anlatıyım diyorum. hep böyle oluyor gerçi ama...

şu yatağa yattıktan 2-3 saniye sonraki rahatlık hissi. nasıl bir tekdüzeliğin algoritması bu anlamış değilim. bütün günün yorgunluğundan mıdır yoksa hepsinden fazla bir iştirake gark olma mıdır bilmiyorum sanırım herkeste var bu his. başınızı yastığa koyduktan sonra başlıyor zannımca. bu diğer rahatlıklar gibi değil. mesela; saatlerce güzel bir bayanın arkasında o mağaza senin şu mango benim gezdikten sonra o çok beğendiği elbiseyi denerken orada bulduğunuz puf koltuklara oturduğunuzda yaşadığınız gibi değil en azından... öyle olsa bütün erkekler bilirdi sanırım. (bkz: kızların mango tutkusu)

kola takılan çakma bir luis vieton çanta kadar değeri yok aslında, olmamalıda kanımca. şöyle ki; bir bayana sorduğunda "bundan sende vardı sanki ben öyle hatırlıyorum?" cevap hiçbir zaman gecikmez, emin olun gecikmez..! cevap kesin ve nettir; "yok hayatım yanlışın var. sen diğeri ile karıştırıyosun!" ulan benim bir şey karıştırdığım yok, düpedüz yalan söylüyorsun !?! aynısının 4 rengi var sende!

neyse konu dağıldı yine; o rahatlıktan bahsediyordum. dağıttınız ulan konuyu...

yakında yolları dörtlücek bankacı için gelen edit: yahu nasıl oluyorda o kadar çok yiyebiliyorsun? haa gelirken de biberli ekmekle, içli köfte rici edicem mümkünse. yanında da polca nar ekşisi, salataya neyin koyyoz biliyon mu?

öyle bir e mail düşünün ki...


geçmişten haber veren bir haberci. evet geçmişten haber veren!

bu site çok basit mantıkla; sizin bugün yazdığınız bir maili en az 30 gün, en çokta 30 yıl sonra size gönderiyor.
şimdi diceksiniz ki bunun ne anlamı var?

o zaman şöyle düşünelim; 2 sene önce bugün ne yapıyordunuz? hadi iki seneyi geçtim 1 sene önce?
tamam belki bu durum bazılarımız için çok önemli bir konu olmayabilir fakat her insan çoğu zaman eskiyi hatırladığında az da olsa bir sevinç yaşar. bunu inkar eden fatihtir, ürektir! yalan mı?

site çok basit bir mantıkla çalışmakta.
ilk önce mail adresinizi yazıyorsunuz, daha sonra bu mailinin konusunu ve daha sonrada istediğiniz her şeyi..
bundan sonraki süreç istediğiniz tarih. yukarıda da dediğim gibi an az 30 gün, en çok ta 30 yıl sonrası istediğiniz bir gün. kullanıcıları genellikle kendi doğum günlerini seçiyor.
ha bu demek değil ki sadece kendi mailinize gönderebilirsiniz. isterseniz kişiye, sevdiğinize ya da çok değerli bir arkadaşınızada gönderebilirsiniz..

mesela ben; geçenlerde bilmem kaç sayfalık bir mail yazdım. şuan ki hayatımın, yaşadıklarım, arkadaşlarım vs. hatta yazarken ki güncel olaylardan da bahsettim. günün haberleri, doların ve euronun fiyatı bile. işin güzel tarafı ne biliyor musunuz? bu mail ban 25 yıl sonra gelecek !..
garip geldi di mi? gelmesin efendim gelmesin. girin ve aklınızda ne varsa şuan ne hissediyorsanız yazın. yazın ki her zaman uçan kelimeler yerine, aklınıza mıh gibi çakılan yazılar kalsın.!

burayı tıklayınca yollayabilirsiniz. çekinmeyin tıklayın...

yağmurlu bir italya gününde...


italya'nın dar sokaklarından birinde hafif ıslanmış ceketini sirkelerken cebinde sallanan bir şey fark etti. halbuki cebine bir şey koymamıştı, boştu cebi! ne olduğunu merak etti, elini ceketinin içine attı. bir kağıt parçası, ufak hafif ıslanmış üzerinde bir kaç numara yazılı bir kağıt parçası. ıslandığından birkaç numaranın mürekkebi akmış, okunmuyor fazla.
neydi diye düşündü bir süre; hatırlayamadı!

hiç kimseden numara almamıştı, kimseye de numarasını vermemişti oysaki. ceketini sirkelemeyi bırakmış, havanın soğukluğuna aldırmadan devam etti bu numaralarının ne olduğuna. kimin di bu telefon numarası?
üşümüştü artık; ama hala merak ediyordu kimin numarası olduğunu...

hem dinlenmek hem de biraz ısınmak için karşı sokaktaki küçük italyan cafesine doğru yürüdü. küçücük, şirin bir cafeydi. italya'daki diğer bütün cafeler gibi. cam kenarında bir yere oturdu her zaman ki gibi! bir kahve söyledi, az şekerli. yine her zaman ki gibi. ceketini cafede yanan küçük şöminenin karşısına koydu. ne de olsa giyecekti tekrardan.

tekrar düşünmeye başladı. kimindi bu numara? hayır kendi el yazısı da değildi. eğer birinden aldı ise neden şimdiye kadar görmemişti ya da aramamıştı. son bir kaç gündür kimseyle de tanışmamıştı hatta. birinden numara alması için bir ortamda olmamıştı. kahvesi geldi bu arada. saçını üstten tutturduğu tokasını açtı birden, şu küçük kıskaçlı olanlardan. parmağındaki yüzüğü de çıkarttı koydu masaya. nedenini bilmeden yaptı hepsini...

italya'ya geleli 3,5 sene olmuştu. son 1,5 senedir de italyancasını geliştirmişti. teşekkür etti cafenin sahibi orta yaşlı bayana; ringrezimenti! neden sevdiğini düşündü bu kısacık anda italya'yı, bulamadı, bulduramadı!

birden aramak geldi aklına kağıtta yazan numarayı. cafedeki eski ahşap masanın üzerinde duran telefona doğru yürüdü. sormadı bile kadına. ahizeyi kaldırdı;

- o erkekler beni italyaya götürcek mi? italya da beni görecek mi?

+ şimdi bizim bir kiler vardı küçükken evde. hep orada bisküvi olurdu. annem saklardi bizden. dedim sebebi ne olabilir diye. meğersem hep kendi yermiş çayla filan. bir gün buldum yerini yedim de yedim... öyle işte..

- meğer kandırılmışım. doğum gününde ne istiyosun sorusu heveslendirip sonra da aynı hızla yere çarpılmam içinmiş :(

+ bak hele sen, tripte yaparmış. yesinler :)
tamam yaa alıcam sana bir hediye. söz valla ilk zirvede de vericem :)

- bende boşta bir kalp var onu versem. hem bayadır boşta, belki faydası dokunur ???

+ sıfır mı?

- el değmemiş. bildiğin sıfır yani...

+ kaça gidiyo peki? piyasayı bilemiyorum

- normalde kaskolu alırsan bunları baya pahalı. ama biz uzun süreli garanti veriyoruz. aslında piyasısı yok bunun; çünkü çok nadir bunlar. kalmadı, özel üretim diyebiliriz..

+ normalde erken kapatıyoruz ama madem doğum gününüzmüş biraz daha bekleriz. ayıralım isterseniz?

- madem tekti. bence daha iyi alıcılar çıkar. ben hakkını yemeyeyim başkalarının.

ceketini aldı şöminenin önünden. sımsıcak olmuştu; aklına senelerdir hasret duyduğu o el sıcaklığı geldi, yutkundu!
giydi ceketini, o sıcaklığı teninde de hissetti. bu sefer yutkunamadı! yağmurda dinmişti artık...

kukuletalı ve soğuk yaz akşamları


çeşitli sorular geldi ev ahalisinden; " neden olmaz peki?" bunlardan ilki ve üzerine en çok basılanıydı!

cevap bulmak için çabalamalar, bugün yaptığım mercimek çorbası, istanbul'u teslim almış yağmur hepsi içindeydi bunun. senelerdir beklediğim gevrek galetalar gibiydi sanki. uzun ve ince...
her yıkamada daha da açılan bir saç rengi olması kuvvetle muhtemeldi aslında. iskandinav ülkelerinden daha yeni gelmiş, iklimime alışmaya çalışan. çalıştıkça, çabalayan; çabaladıkça da uzaklaşan. sanki yüzme bilmeyen bir insan gibi çırpındıkça diplere batan. halbuki yüzmede biliyordu!

bilmesine biliyordu da neden hep bozuk paralara eski ve çirkin mahlukatlar gibi bakıyordu.
merak ettiğim o da değildi ayrıca; hep bir ağızdan söylenilen sezen şarkıları gibi neden hep akılda kalıyordu?
alışkanlık yapıyorsun haberin olsun! alışkanlık yapıyorsun...

sabahın altısında ateş mücadelesi


saatlerce düşünmüş ve karar vermiştim artık; kahvemi alıp yürüyecektim biraz. sabahın erken saati kimsecikler yok sokakta diye saldım çayıra kendimi. aslında kaç zamandır planlanan bir yalnızlamak libidosu birikmişti bedenimde. dışarı atılması lazımdı tez zamanda...

genelde şort giyerim yazları, dışarıda da içeride de hep rahatlık unsuru oluşturur bünyede. nedense bazıları ne çorapsız çıkabilir dışarı nede pantolonsuz. aslında bu her zaman bir tezat olur, hep biri diğerini eksik bırakır. o olmadan o olmazmış gibi gelir hep. oysaki çorabın üstüne şort giymek bir ingiliz geleneği. kısa bağcıklı ayakkabılarının içinde ekose desenli çoraplar giymiş ingilizler gelir hep akla ekose çoraplar görüldüğünde. hep onlar vardır dehrizlerde, belki de kendi iç deformasyonumuzda...

- günaydın. açıksınız öyle değil mi.
+ günaydın. evet evet buyrun.
- kahve alabilir miyim? sütlü lütfen ve olduğundan sıcak olursa sevinirim...
+ tabiki efendim hangi boy?
- grande lütfen
+ biraz beklecem izniniz olursa
- tabiki sorun değil, bekliyorum.

normalde sabahın köründe açık olmasını bile beklemediğim bir hazır kahve frençayzinginin içinde kendi ogolarımı tatmin etmek için oradaki çalışan kızdan yardım almaya başlamıştım. ne de güzel yardım etti bana bu bencillik yarışında, sabahın 6 sı olmasına rağmen !?!
yine o sese takıldı kulağım, hani şu "fuuffffşşşş" şeklinde kahvenin sütünü buharla ısıtan küçük metal çubuğa. hep bir şekilde kullanımını merak ettiğim, halbuki hiç bir özelliği bünyesinde barındırmayan bir metal parçasına. ingiliz amcaların ekose çoraplarındaki acizliğimden midir nedir bilmiyorum, bunda da bir üşüntü geldi omuzlarıma. kahvemi istememden geçen bilmem kaç dakikada sayısız çıkarımlar üreten beynim sanki; "hadi al artık şu kahveyi de gidelim" der gibiydi...

+ kahveniz hazır efendim. sütlü ve normalinden çok sıcak.
- aa teşekkür ederim. evet baya sıcakmış. neyse kolay gelsin size, iyi çalışmalar.
+ sağolun, iyi günler.

yine geç kalmıştı birisi, çoğu zaman olduğu gibi ben demiştim diyememişti.

* pardon ateşiniz var mı?
- sabah sabah, ateş!
* yok mu?
- hayır yokta, biraz erken değil mi?
* evet ama içmeden uyanamam ki ben, neyse iyi günler size.
- bi dakika bi dakika, nasıl uyanamam?
* siz mesela kahve içiyorsunuz sabahın 6 sında, bende sigara. işte bunun gibi..
- ...

soğumuştu kahve, sütün köpüğü filan da kalmamıştı...

kornişe yanlış takılmış tülden daha salak olan erkekler


türk erkeği garip kardeşim. bünyesinde barındırdığı maço erkek hayvanını bir türlü içinden çıkaramamış, bir öğünde onun için yemektedir her gün. gittikçe büyüyen bu hayvan bir yandan da dışarı çıkacağı günü iple çekmektedir...

nerden geldik buraya?

hemen anlatıyım efendim, elif şafak kişisinin kitabı aşk ile bir anıdan kaynaklarınır bu anlatacaklarım. bilindiği gibi kitabın kapağı uzun bir süre pembe renkte çıktı. belki de bu yüzden bu kadar fazla sattı, genelliklede bayanlar arasında. erkelerde okudu tabiki; ama nedense dışarıda değil, otobüste değil, parkta dahi değil!!!

sonradan baktı yayıncı kuruluş olmayacak böyle siyah kapaklısını çıkarıverdi. (bkz: çıkarıvermek) ee tabi erkek canlılarımız pembe renge karşı bakış açısını ibnelikle bütünleştirdiğinden hep bir açıklık kalır iki kapı arasında, oradan da rüzgar eser işte, ceyran, kabız yapar...

alışık değiliz efendim biz otobüste kitap okuyan insana. hele de erkek ise. horul horul uyusun bizim erkeğimiz, saçının yağıda cama sürülsün, aksın aşağıya doğru...

neyse bu ahvale uyan ama yinede elinde bir kitap olan adam oturuverdi yanıma otobüste. baktım ne okuyor diye ama kapağını göremedim. biraz dikkat ettim neymiş bu kitap diye. bir de göreverdim ki kitabın kapağında gazete kağıdı kaplı. ulan dedim noluyoruz yasaklı bir eser mi bu? sonra amcamızın sayfaları değiştirme hızının yavaşlığından sayfanın üst kısmındaki yazıyı okudum. elif şafak / aşk!!!

meğersem amcamız kitabın kapağı pembe olduğundan ve bunun göstermekten korktuğundan gazete kağıdı ile kaplamış. durdum, düşündüm dedim sanırım biz hakikaten akıllanmaz bir milletiz!!!
sanır ki idare etmekten hoşnut olunan bir ırkın sahibi, hooşştt ordan gavat. kimsin sen, kimsin ha!!!

parmaklara yeni sürülmüş ojeden gelen edit: gelmeyin bana sende erkesin neden yazdın bunları diye. dağılın lan..!

suya hasret kaldıktan sonra damacanadaki bayana ve lady diana


sudan bahsedicem bugün. ama tutup; "hayat kaynağı, ne kadar güzel di mi içellim, içirelim" şeklinde rutin bir beyanatla değil tabiki...

aklıma mahalle maçları gelir hep. koşardım deli gibi, bir de mahallenin en iyi topçusu olunca tabiki beklenileni vermek lazım. bundan mütevelli su konusunda acı anılara sahibim. koçaman bahçesi olan bir evde büyüdüm ben, içinde bilmediğim envai çeşit meyveler vardı. tabiki onları sulamak içinde bir çeşme; ama ucunda hortum takılı...

o koşmaların sonrası o kadar susardım ki, çeşmeye gidip kana kana su içmek için bir o kadar daha koşardım. buraya kadar hepsi çocukluğumun neşeli anıları anladığınız kadarı ile...
gelelim acıklı tarafına; o çeşmeye takılı bilmem kaç metrelik hortumun ucu öyle bir yere giderdi ki, onu bulmak için kafayı yerdim. uzun bir çabanın sonucunda buldum diyelim birde o hortumun içindeki ısınmış ve günlerdir bekleyen suyun akmasını beklemek varya işte o ölüm gelirdi. o su akacakta peşinden soğuk, buz gibi gelecek. bekle de gelsin !?!

şimdi bakıyorum da yukarıda dediğim gibi güzel anılar değilmiş, en azından suyu bekleme durumları __
ne vardı bize de yukarıdaki gibi hatunlar verseydi suyu, onların elinde içseydin üzerimizdeki çocuk masumiyeti kostümünü çıkarmadan !!!

5 ay taksitli edit; yine çok yedik ya! güya yavaş yavaş yicektik, şiştim ben valla..!