belki mesela sen de sukiyaki sosu yapmadın evde..

.

sanki biraz dışında kalıyoruz hayatın, ya da yaşadığımız şehirlerin..

bütün olanakları içiçe geçmiş; bizi memnun eden ve etmeye devam edecek her mevcudiyetini sayısız istikrar abidesi hırslarından arındırmış, saf mutluluk bahşeden şehirleri özlüyoruz farkında olmadan. savaş ganimetlerinden miraz kalmışcasına saldırdığımız bu toprakların bize zülmü de olabilir elbette, bilemiyorum. lakin biraz dürüst olunduğunda göreceğimiz tek gerçek, hakettiğimiz zamanı yaşamıyoruz. ya çok gerisindeyiz, ya da çok ilerisinde. misal para transferleri ne ara yapablir olduk cebimizdeki telefonlardan? daha değil miydi bankaya gidip birine para yollamak için girdiğimiz sıralar.. şehirlerin buna şahit olması bir yana, bize sundukları perspektif kaygıların birazı da bayatlamış sanki. ben gördüğüm şehirlerde; özellikle içinden su geçen, kanal olan, ırmak akan şehirlerde bunu daha çok yaşıyorum. bize alelade görünen hüzünler, bu şehirlerde sanat eseri gibi dökülüyor önümüze. usta heykeltıraşların elinden çıkmışcasına narin, bir o kadar da aciz bırakan.. 


içinde de dışında da aynı duyguyu uyandırdığı için bizi nefessiz bırakan, her adımda sonsuz bir acziyeti gözlerönüne seren bu hovardalık değil miydi onları bizden ayıran zaten. birikmiş, hatta eskik bırakılmış her duygunun sanki yokoluşu.. 


madem bu kadar eksik bırakılacaktık bu hiçlikten, neden bir yanımız devam ediyor bunu istemeye.. sadece erkeklerin bildiği o cumartesi gecesi olayındaki gizem kadar bizi güçsüz bırakan bu pejmurdeliğimiz,  salıvermeli artık hepimizi. 

çünkü yakındır bu sancılardan bize mazhar olan bu payın elimize ulaşması!

.



kimse kendi rızasıyla mıknatıs almaz..

 .

uzun yıllardır farkında olmadığımız gerçeklerin biri sadece bu. 

şöyle bi' çocukluğunuza kadar gidin bakalım, sahip olduğunuz ya da evinizde olan mıknatısların hangisini satın aldınız! içlerinde mıknatıs olan ürünlerden bahsetmiyorum, baya baya gidip bir yerden parasını verip mıknatıs almaktan söz ediyorum. sağduyulu bireylerin yüzümüze vurmadığı ve ne hikmetse kimsenin de bundan bahsetmediği bir gerçeküstü nüans sanki. acil ya da değil bütün ihtiyaçların karşılanabildiği modern(!) dünyada mıknatıs ihtiyaçları için hiç aracı bulamamak sanki büyük bir eziyet bizlere. düşünsenize, yeryüzünde insanlığın mıknatıs ihtiyaçları için saçma isme salak bi' sahip toplumsal örgüt bile yok, baya yok yani! 


bütün bu hangameden sıyrılana kadar yaşanan eziyetler peki? hangimiz gerçekten bir mıknatısı tam anlamıyla istedik ki zaten. ne kadar özümsedik ve arzuladık zıt kutupların birbirini çekmesi yasasını. zürdüştlük daha kadim bir dinin mensubu olurken de bunları dile getirmiştik hatırlarsanız. ateşe tapınmaların yıl dönümüydü, inandığımız yalanlardan bıktığımız salı günlerinde. sonrasında çıkagelen ve bizleri biz yapan bu yoksunluk, annemizin dikiş kutusunda bir anda beliren ve toplu iğneleri bir arada tutan işe yaramaz o tanrı oluyordu, tek kanallı dönemlerde. 


belki de nedenini hiç bilmediğimiz bir inanış bu. şöyle sakin kafayla düşündüğümüzde hiçbir zaman satın almadığımız mıknatısların bize nasıl geldiğini baya baya bilmiyoruz. onların bu çekimser tavrı bunda etkiliyse eğer, bizim şansımız onlara yakın mesafelerde durmak olsa gerek. tek tek yok olurken yeryüzünden bu mıknatıs parçaları, elden ele dolaşan borcam tencereler gibi bir gün sana da gelir diye umut ediyorum yine bu salı gününde. bu sefer üzerinde dikiş iğneleri ve bilumum kopuk vesveseleriyle. 

ve şimdi sırada, kalan diğer parçasını bulma vakti bu mıknatısın; ikinci dünya savaşından sağ kurtulmuş alman şehirlerinde..




mücadeleleri kutsallaştırma rehberinden kalan son bir kaç cümle..

 .

geçen yıl orantısız durumlar yaşatan bi' kaderi ortak paylaşmamız gerekiyor sanırım. yanımda olan bir kadına olan duyduğum sevginin, yine bir hemcisime olan bastırılmış nefretimden daha yoğun olması kurtarıyor beni. moral vermeyen, veremeyen, verdirtmeyen bütün hislerin birer ikinci el pazar ürünü olarak piyasaya sunulmasını kutluyoruz. elimizde kadehlerimiz.. biraz toprak, bir kaç kürek, bir parça bez ve ufak elvedalar. kimi telkin ediyor peki bu? bütün cinayetlerini işlerken, pişmanlık duymayan katillerin şerefine kalkan kadehleri mi yıkayıp kaldıracağız yani.. elimiz bile sığmayan kadehlere hem de!

anlatmak istediğim her şey, yaşamak istediğim ama sekteye uğrayan bir göçmenlik hissi yasa tasarısı gibi sunuldu önümüze. çabalarken elimizden gidenlere inanamıyorduk adeta. hepi topu bir kağıt parçasını, dünyadanın en pahalı defterine bastırmak için bütün yılımı heba ederken, asıl çabamın aslında bu mu olduğuna çabalarken buluyordum kendimi. söylemlerim ve eylemlerim arasında en kutsal deneyimleri de yaşatıyordu hayat lakin; ona br mecalim kalmazken yine bir öğle saati nabzını yokluyordum bütün nefretimin. 

yoktu!



şimdi, eski hayatlarımızı geri kazanmak için planlar yapmaya devam ediyoruz. yine her pazar göremiyoruz john'u kilisede ve bu bizi ziyadesiyle mutlu ediyordu. alışkanlıklarımız bizi bilmediğimiz coğrafyalara sürüklemeliydi, bunu  hepimiz biliyorduk. sanki bütün mazimiz, dünya üzerinde bir yerlerde sıkışmış duruyordu. çoğu sohbetimize meze olmuş bu konuyu, artık konuşmaktan korkan insanlara dönüşmüştük bir de. yeni bir rotanın, yeni bir maceraya dönüşmesi artık imkansıza yakın olgulardan biriydi sadece. tek mutluluğumuz; anılar biriktiren 3 insandık, aynı uçakta giden. 

pardon gitmiş.. 

her sene daha çok yazmak için amaçlayan beni, bundan mahrum bırakacak bütün etkenlere karşı koymak amacıyla seferlere çıkıyorum. 

rotam, kendi başkentim. 

nüfusu; biri köpek, toplam üç.

3






oregon'daki ormanları hayal ederken gelen huzur mu? biraz da bunu konuşalım..

.

devam etmemizi sağlayan olgu nedir? yeni bir fikrin ya da heyecanın varolması mı yoksa bunun için çabalamaya devam etmeniz mi.. aslında hiçbir durum, sizin devam etmeniz için size araç olmamalı. biraz karmaşık anlatıyorum farkındayım. derdim bir bakıma içinde bulunduğumuz durumun karamsarlığından ziyade, bizlerin buna olan direncinin ne düzeyde olduğu. 

peki devam etmemizi sağlayan oldu nedir? böyle zamanlarda aklıma hep "just keep going.." repliği geliyor. nerede geçtiğinin hiçbir önemi yok. bu şahit olduğum başarı hikayelerinden birinin, asıl kahramana kurduğu ufak bir cümle sadece. motivasyonun ne olduğundan ziyade nasıl olduğu ve bunun kişide nasıl etkiler bıraktığı da olabilir. belki zihnimizde salt gerçekliğin ufak ufak örselenmesi.. belki de yokoluşların başlama vuruşu. 



peki devam etmemizi sağlayan olgu nedir? tek gerçek bu belki de.. beynelminel ne varsa hayatta ya da etki edebildiğimiz değişimler, bunlar bizi ayakata tutan bütün desteklerin yakıtı sanırım. çabalamaya derman bulmak için yoksunluk çekmek, bağımlı olduğumuz kimyasalların tedariği kadar heyecan verici olmalı. kimse sorgu altındayken gerçeklik düzeyine bakmadan itiraflarda bulunmaz ya, biz de buna sevgi gösterileri yapacak taakatte bulunmamalıyız işte. 

peki devam etmemizi sağlayan olgu nedir? şahsen itiraf etmem gerekirse bu sarıldığınız her şeydir. kişidir bazen, kitaplardır çoğu zaman, yanılgılardır belki, itiraflarıdır hatta, düşlerdir şuan, yoktur çünkü; sensindir. neye sarılıyorsan bu hayatta ona tabisin.. inancın da o, mezhebin de. düsturlarından uzaklaşma çabana bile bu etki eder. hangi yola baş koyduğunun önemi yok; zamanı geldiğinde eğer istediğinin bu olduğuna eminsen yaptığın doğrudur. 

peki devam etmemizi sağlayan oldu nedir? bunu cevaplamak için biraz zamana ihtiyacım var sanırım. 

peki?

devam etmemizi sağlayan olgu nedir?



.

haklısın! bi' tek ljubljana kalmıştı elimizde..

.


havalimanlarının şehrin ne kadar dışına yapılması gerekliliği hakkında bir iki kelam etmek lazım bu mecliste. sebepleri hakkında benim bünyeme tecelli eden birçok sebebi var. bunlardan belki de en önemlisi alandan ayrıldıktan sonra şahit olduğunuz şehir hayatı. özellikle de küçük şehirlerin havalimanları bu konuda en güzel sebep, oraya seyahat etmek için. ljubljana'da bunların en güzel örneklerinden biri işte. bindiğiniz toplu taşım araçları sizi alandan şehre o kadar güzel yollardan götürüyor ki, karşılaştığınız bütün manzaralar birazdan şehirde göreceklerinizden çok ama çok şey ifade ediyor size, bu küçük ve güzel şehir hakkında.. 


aslında uzun zamandır isteyip de yapamadığımız bir seyahatti slovenya. hem mevsim hem de maliyet olarak çok güzel bir döneme denk gelince bastık gittik ljubljana'ya. iyi ki de yapmışız.. çünkü tahmin ettiğimizden çok ama çok güzel geçti seyahatimiz. kimi zaman bizi sakinlikten bıktıran, kimi zaman yeşilden midemizin bulandığı tabiatı ile ljubljana, küçük bütçesiyle oscar alan koskoca bir şaheserdi. sanki ilelebet bize aidiyet borcu ödetmek isteyen ezeli düşmanımızdı ama; o kadar güzel garezler gark etmişti ki, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar huzur içinde ölemezdik. belki sanki biraz brüj'de.. 


böyle kapsamlı fikirlerimiz olmamalıydı bizim. insafımıza kalan bütün cinayetleri; hiçbir davaya müdahil olmayan bu şehirden alıp gitmeliydik bir an önce. hepi top kaç kelime kullanmıştık ki zaten aramızda. kimseye etmediğimiz şikayetleri, suzinak makamında bir eserde icra etmiştik. mahkumların bile bu kadar karamsarlığı yoktu yeryüzünde. nazendelerimiz belki yoksudu, belki filizlenmeyen bütün çiçekler budanmıştı yerlileri tarafından. beyaz tenlerini, kimliksiz yüzleri ve sloven cüsseleriyle hepimize benimsetmeye çalışan kaç tane insan var ki zaten ljubljana'da. 


kıyısında yürüdüğümüz bütün nehirler bile zabdedilmişti o yerliler tarafından. açtıkları bütün şarapların mantarlarına kadar ganimet sayıp, ingiliz mutfağına nazire edercesine fish & chips yapmışlardı, makul fiyatlara. mesela kim bilebilirdi ki onların bu deformasyonunu kraliyet ailesi dahil herkes tarafından takdir edileceğini. şöyle düşünün; birkaç şişe ipa sonrası bile eski tadını koruyan ve bununla övünen mekanlar var oldukça, şehri baştan aşağı sevememek isteseniz bile başaramazdınız. peki neyin çabasıydı ki bu.. neyinden istifade edecektir biz bu ülkenin, geri kalan bir kaç bin km2'lik çerçevesinde..


sürekli masaüstü fotoğrafı olarak gördüğümüz manzaraların; önümüze altın tepside sunulması kadar cömertçe aldanışlarımız olmasa, hangimizin içine sinecekti kim bilir. mesnevi'de bile resmedilmemiş bu doğa, hangi ressamın elinden çıkmış da bizim bunu görme şerefine nail oluşumuz gerçekleşti acaba. adeta yokmuş da sırf biz görelim diye oraya kondurulmuş bir esnaf önü dubası gibi. kendi alanı olarak bellemiş ve kimseye verilmeyen özgürlük bir nevi. sadeleştirdikçe güzelleşen ama; eski haline gelmesi için sol üstteki oku bir kere tıklamanızın şart olduğu paint görselleri sanki..


açısını dahi doğru tutturamadığım bu manzaraları, bu biçimde muhafaza etmek normal bi' aklın ürünü olamazdı. yüzlerce zayiat vermiş ordularını, masum insanların üzerine sürerken aklına getirdiği bir norveç manzarası değildi bu. soğuk, mevsimsel farklılıkların bize caiz gördüğü günahların sadece slovenya'da yaşanabilen haliydi. yağmur ise, girmemize engel olmaya çalıştığı milli parkların bekçiliğini yapıyordu meskun mahallerde. 


dinginlik ve sükunet.. bu iki kelimenin anlamını yurtiçi ve yurtdışı temsilciliklerde kutlanırken bize kalan hep slovenya oldu nasıl olduysa. yolculuğun belki de en güzel tarafı buydu işte. her köşe başında karşınıza çıkan yeşil tonları, göllere yansıması vuran hafif karlı dağlar, biraz sis ve alabildiğince yağmur. kahve molalarında masamızı şenlendiren yöresel tatlılar hakkındaysa fikrimiz cidden güzeldi. peki bu kadar güzel olan şeyin arasında sırıtan fikirlerimiz, böylesine kendine has şirinliği olan ljubljana karşısında ne kadar dayanabilirdi ki.. gördüğümüz herkesin yüzünden anlamsız bir gülümseme olması kadar, bunu sağlayabilecek güzellik de alkışlanmalıydı. ve tabiki ljubljana, bunu sonuna kadar haketmişti..


bu son olmayacaktı orası kesin. ileride tekrar uğramak için bir randevu daha vermiştik ljubljana'ya. belki daha uzun olur ve mevsim daha güneşli zamana denk gelir gollerinde yüzmek için. huzuru köşe bucak arayan bizler için sığınak gibi gelmiştin, bu sana minnetlerimizin en derinlerindendi;


ljubljana..


kısa cümleler hakkında yeni bir teori..

.

bundan tam 52 hafta önce, berlin'de ilk yazısını yayınladım bu projenin. devamındaki 52 haftada yaşadığım herhangi bir durumdan bahsettim size. bu bazen gidip gördüğüm bir şehir oldu, bazen de anlatmak istediğim saçma sapan şeyler. kimisi için itiraflarım diyebilirim ama en önemlisi bunlar benim yaşadıklarım. bundan yıllar sonra kendim için birer zihin defteri belki, belki kimse için anlamı olmayan bi' çok detay. bunu yapmaya başlama sebebim, bir süre ara verdiğim bu blogu canlı tutmaya çalışmak. çünkü insan canlı tutmaya çabaladığı şeyler sayesinde ayakta duruyor. bazen deviriyor elindekileri, bazen kırdığı için yapıştırmaya çalışıyor. zaten hayat da bu.. kendiniz için yapmak istediğiniz ne varsa, en çok başkalarına veriyorsunuz. bu kimi için zarar görünse de, sanırım benim için hayata tutunma çabası. itiraf olarak almayın bunu, bu benim gerçeğim..


uzatmanın anlamı yok. ben 52 hafta boyunca bu mecraya bir çok şey yazdım. okundu ya da okunmadığı kaygısıyla değil. sayesinde bir yıl boyunca beni ayakta tutan, zihnimi yoran, yormaya devam eden bu projeye artık son vermem gerek.

çünkü; yeni şeyler söylemek lazım..



..week 52 and project is over!



kısım 6: artakalan fotoğraflar, yosemite'den..

.

ilkin, böyle güzel geçeceğinden emin olamamıştık. sıkıntıdan, yorgunluktan ve zevkten aldığımız bütün hazların hayatımızda daha önce hiç yaşamadığımız şekilde bizi etkilediği aşikardı. sabırsız davranmak gibi hissizliklerimiz, çoktan bizi terketmişcesine ulu orta bırakmıştı. ufkumuz genişlemişti, bu çok net. ilişkilerimizi bile irdelemişti, hakkı olmadığı halde bile. ki bu hepimiz için mantılı düşünmemize engel olan en büyük güzellikti..




      





     


bu son kareydi yosemite'den. ve aklımızda, hep bu isim kalacaktı..



..week 51 is over!


kısım 5: gökyüzünün yosemite hakkında düşündükleri..

.

bu bi' geriye dönüş. zamanında çok fazla insan tarafından ziyaret edilen ve hakkı elbette ki verilmiş ulusal parkların en güzeline hem de. ismi zürih kadar güzel, haşmeti piramitlerden de büyük bir ulusal parktan bahsediyoruz. şanslı kesimden zührelerin kendileri içinde ne kadar önemli olduğunu, simokin giyilen davetlerde bahsettiği başlı başına bir eser. ve inanır mısınız bu haykırışların hiçbirine bu kadar asi ve baki seyirci kalınmamıştı..


ki zaten başınızı kaldırdığınızda da belli oluyor. ihtişam, bütün boyun ağrılarının müsebbibi. düzgün uyku uyuyamıyor olmak bile güzel onun yüzünden. kabusların da hakeza.. sefillik sonrasında bize ve daha çok size minnet etmemek. sürdürülebilir şey değil bu.. haçlı seferlerinden bu yana insanoğlunun hiddetinden korunmuş, ateşe maruz kalmış ve yanmış. cümle kurarken dahi insanı ürküten bir haşmet bu, başka bir şey değil.. 


su.. bu parkı belki de bu kadar çekici hale getiren en büyük unsur. muhtelif zamanlarda azalsa da, yine de kendine dakikalarca baktırabilen alamet-i farika. temiz, başka bir açıklaması yok; tertemiz.. yüzlerce metre yüksekten akarken de, ayak bastığımız toprakta süzülürken de tertemiz.. 


ve yine gökyüzü. sona yaklaştığını anladığından mıdır bilmem half dome dahi bu oyundan biraz geride duruyor. yakından bakınca üzerinde tırmanan insanları görebileceğiniz bu davasa kaya parçası; bir ulusal parkın içindeki, insanoğlunun erişebileceği en güzel şeylerden biri. aynı hizada olmadan bile güzelken, aynı hizaya geldiğinide sizi nasıl dehşete düşürür tahmin bile edemiyorum..



aslında hepsinden çok fazla yok yaşadığımız korkuların, biriktirdiklerimiz dışında. halefi selefe kırdıran, özlemlerin bir kaçı hariç. şimdi bu muhteşemliğin bize bıraktığı izleri sarmak için tekrar ihtiyaçımız var;

elbette yosemite'ye..




..week 51 is over!



kısım 4: peki yosemite bunu hakediyor muydu?

.

peki yol almak vazgeçilmez olduğunda, bize ve bizin gibilere biraz olsun acıması olacak mıydı? bu soru eşiliğinde adımlıyorduk küsüratları. ilk olarak bize bahşedilen nefesimizi tükettik derin dehrizlerde. ardından hiç olmayacak, olmamış ya da oldurulmaya imkan dahi verilmemiş senfoniler çalındı kulaklarımızda. notaları dahi yazılmamış, bir taksim edasıyla icra edilen bu eser, dünyanın en güzel ulusal parklarını birinde karşımıza çıktı. ilkeli davranma çabalarımız onun güzelliği karşısında peyhude birer çabadan başka bi' şey değildi elbet. zahmet edeip derhagına çağırmamış olsa, hiç yaşamamış hissedecektik bu evrende. zalim, yine zalim olacaktı.. galip, gine galip.. 


ilk değildik elbette. bizden öncesi de vardı, sonrası da. sırf başkaları ayak bastı diye bunu anlaşılabilir karşılamamız mümkün değildi. böyle olduğu için de parkın uçsuz bucaksız noktalarına adım adım seyahat ediyorduk. bi' nebze de olsa bıkmadan usanmadan yürüyorduk; çünkü burada geçireceğimiz zaman hayatımızın geri kalanında geçireceğimiz zamanların yanında çok da cezbedici değildi. 


manzaralı olsun diye hatırımızda kalan bütün lafzalalar, seçili ürünlerde yapılmış kampanyalar gibi derin anlamlar arama ihtiyacı hissettik elbette. anlatacağımız anılarda ince detaylar da olmalıydı. zaten kısa zamanda bütün bunları yaşayabilmek için elimizden geldiğinde km yaptık. koskoca ulusal parkın en derin dehrizlerine yolculuk yapmış bizlere neyin yetip neyin yetmeyeceğine artık biz değil toplum karar verecekti. sevgi bunun hiçbir yerinde bulunmuyordu. tek varolan özgüven eksikliği bu ihtişamın karşısında..




artık kendimizden ödün veriyorduk ki bu normal karşılanmıştı bütün evrende. biz hiç ayrılmamak üzere vedalaşıyorduk zaten bütün metrekarelerinde yosemite'nin. sanırım en büyük hatayı da burada yapıyorduk..




..week 49 is over!



kısım 3: pergeller, çemberler ve yosemite sarmalları..

.

kesin olarak böyle bir sonuç beklemiyorduk. beklentilerimizin karşılanması için tabiattan yaptığımız talepler, kockoca ulusal parkın her metrekaresinde yerini almıştı bile. arabadan baktığımızda gördüğümüz manzaralar bile tarif edilemez güzelliklerdeyken, indiğimizde bizi karşılayacak olan manzara kim bilir nasıldı. öyle şiddetli duyguların arifesinde önümüze çıkan bütün serzenişleri bir kenra bırakıp devam ettik o beklenen manzaraya karşı. ev sahibimiz bu anı;" jurassic park filminde bir sahne vardır ya hani, başroldeki adam parka ilk girdiğinde karşısına o inanılmaz manzara ve dinazorlar çıkar da adam ağzı açık şekilde bakakalır.." şeklinde tasvir etti. evet gerçekten de öyleydi bu manzara. ama bunu size gösterecek kadar da spoiler katili değildik, olamazdık da..


yolculuk sırasında yosemite'nin iradesine boyun eğmek, belki de istifade edebileceğimiz en mecburi olguydu. çünkü kaldığımız evin bahçesinden parkın girişine kadar giden yolda dahi kimsesizlik ve yoksunluk çekiyorduk. çünkü dünyanın en güzel ulusal parkın yanı başımızdayken başka bir ağacın gölgesi bize haramda bütün dinlerde, elbette şamanizim dahil. sınırları dışında kalmış bir toprağa kök salmış olmak bile başlı başına aciziyetti peki bu kadar güzel olan sadece yosemite miydi? ona revan olmak bile belki günümüz şartları için bulunmaz nimetlerden biriyken, daha güzeliğini aramak sanki bencillik oscarlarında en iyi senaryoya layık görülmekti. direnmiş, karşı gelmiş, belki kızmış.. her şeye böyle doğal cevaplar verebilmek dahi insanlık için büyük başarıyken, halefin selefe olan benzerliği dünyanın geri kalanını tamin dahi etmedi.


sonrası mı?

sonrasında biz manzaraya bakakaldık bütün benliğimizle. ağzımızda çıkan onca lafa rağmen bütün kaya parçaları selam durdu, o dehşetengiz büyüklük karşısında..

elbette içimizde yosemite'nin ayak izleri..




..week 48 is over!


kısım 2: irtifanın yükseldiği zamanlarda yosemite'de olmak..

.

yolu anlamlı kılan nadide güzellikleriyle bile bizi kendine hayran bırakıyordu. yoksunluk fikrinin altında yatan sebepler, sanki bundan önce hiç karşılaşmadığımız tabiat ana portresine bakmak için aldığımız bi' müze bileti gibi anlamsızdı. kırıştırıp cebimize attığımız bütün kağıt parçaları gibi değil; saklamak için elimizden geleni yaptığımız. nacizane tavsiyeleri kendine saklayan bütün hiyerarşik duygular, toplumsal değerlerin bazıları ve son olarak tabiki yine yosemite.. 


söylentileri bile güzel bazı şeylerin. sizi hiç olmadığı kadar mutlu eden, etmesi de istenen ve belki hüzünlendiren biraz. bütün ağaç diplerinde bize ait en az bir kaç duygu vardır burada. herkese yetecek kadar çelişki barındıran bu evren, yeri gelmişken bize nasihatler sunuyordu bu milli parkta. oysa kimsesizler evinden alınmış; elinde oyuncak ayısı, gidip gitmemekte çelişkileri olan öksüz, bazen yetim küçük çocuklardık. sevmediğimiz tek şey ayrılmaktı buradan. daha güzel vaatlerde bulunsa dahi, yosemite kendisi için dizilen bütün methiyelerden daha güzeldi..


herkes gibi bizim de meraklarımız vardı. kulaktan dolma, yalan belki. belki hiç bi' zaman merak etmediğimiz ulusal parklara gitme fikrini aklımıza pelesenk etmiştik yosemite sayesinde. doğru dürüst inanamıyorduk bile buranın varolduğuna. mfö şarkılarında geçen kelimeler kadar önemliydi, özellikle konserde. en ön sırada izlenen o bas gitar solosu kadar heyecan vermemişti ilk duyduğumuzda ismini ama; son kullanma tarihi geçmiş hüsranlardan bunu anlayabiliyorduk.


işaretlerini izlediğimiz bütün yollara, bir nevi rehber gözüyle bakıyorduk. bizi götürdüğü rotalar, bizim için kutsal birer yazıttı. okuduğumuz zaman anlamadığımız, sadece gördüğümüzde anlamlı gelen. her biri diğerini görmezden gelmiş, hüzzam makamında bestelenmiş bünyelerdik biz. ahlakımız da kalmamıştı, cesaretimiz de. bu park bizi hiç sevmediğimiz huylarımızla baş başa bırakmıştı. aynalara konuşuyorduk, çünkü kendimize olan saygımızı kaybetmiştik bütün bu hengamede..


sonrasında rakım da düşecekti sanırım, herkesin gözünü korkutan yükseklerden..


to be continued


..week 47 is over!


kısım 1: yosemite'den başka gidecek yeri olmayan insanların ülkesi..

.

yolculuğun nasıl sürdüğünü tam olarak hatırlamıyorum. tek bildiğim sabahın erken saatlerinde yola çıkıp soluğu parkın sınırları içinde aldığımız. amacımız en azından giriş ücretini ödememek olsa da, içten içe daha fazla zaman geçirmek büyük paydayı alıyordu yeryüzündeki bütün saat dilimlerinde. evimiz, parka ortalama 1 saat uzaklıktaydı. mil olarak söyleyince daha karizmatik olduğunu düşünüyordum ki bu sanırım biraz daha mutlu ediyordu beni. ev sahibimizin yakın tutumu sayesinde olayın merkezindeydik, bu aşikar. çünkü doğanın içinde bu kadar güzel bir ev hayal etmemiştik ki galiba bizi heyecanlandıran en büyük nokta da bu olmuştu. yosemite'ye giriş 101'i aldıktan sonra, gerekli açıklamaları yapan ev sahibimiz bize evi gezdirdi. bu noktada durum üzüntü ile karışık bir hale geldi ki sanırım yosemite, hali hazırda böyle bir yerdi. eşinin hasta olduğunu söylediğinde yosemite bile naif kalıyordu, yaşlı vücudu karşısında..


kıvrımlı yollarında gün ağarırken yosemite'nin, ilk durak noktamıza gelmiştik. yavaş yavaş insanları görebilmek, onlarla aynı şerefe erişebilmek aramızdaki rekabetin hangi düzeyde olacağının işaretiydi. herkes bir yerlere yatişmeye çalışıyordu bu erken saatte. bıraktıkları ayak izleri kimi için dönüş yolunun pusulasıydı. yönlerimiz şaşmıştı her celsede, mahkeme salonun ise ağaçlarla çevrili koca bir ulusal parktı..


her adım bir sonrakinden heyecanlı olmaya başladığında, kimsecikler kalmıyordu etrafınızda. sevdiğiniz kadının elini dahi bırakıyordunuz gittikçe. sebepler hiç olmadığı kadar mantıklı geldiğindeyse yol, sizi hayatınızda daha önce hiç görmediğiniz bir gerçekliğe götürüyordu. peki asıl sebep bu muydu? bu gerçekliğe erişmek mi yoksa, içinde kalabildiğiniz kadar kalmayı amaç edinmek mi? her ikisi de çok yalın kalıyordu yosemite karşısında ve bu aciziyet insanlık tarihinin en kabul edilebilir olanlarından biriydi..


gölgesinde kaldığınız ağaçların yolumuza eşlik etmesi kadar, bittiklerinde bize bıraktıkları o muhteşem manzara az biraz görünüyordu ufukta. şimdi asıl soru, bu anı hafizalarımızın en nadide yerine nasıl dikecektik. güçlü kuvvetli olanlar kadar, zayıf olanların da saflarında bulunduğu bu ihtişamlı olay, papalık mertebesinde bile yerini bulmuştu. rivayetlerin önü arkası kesilmezken, dertler içinde boğulmak yerine göğsümüzü bu muhteşem an için açtık..

   

hava serindi. güneş yeni doğmasına rağmen hala esen az biraz rüzgar vardı kuzey batıdan. ayaklarımıza serilen her ne varsa zihnimizde de seriliyordu. uçsuz bucaksız bir güzellik için aranan bütün tabirler de yetersiz kalıyordu hatta. derdinden tasasından arınıyordu bütün münzeviler. himalayalarda bile böyle keşişler yoktu, yoktu bu sukuneti bertaraf edecek ordular yeryüzünde. ufka kement atmıştık kendi western filmimizde ve teksas kırsalları bulunduğumuz noktaya cidden çok uzaktı..


manzarayı ihraç edemeyen bir parktı yosemite ve bu yüzden turistleri ithal ediyor..


to be continued



..week 46 is over!


let's talk about Yosemite..

.

bütün her şeyin, hatta bütün bu projenin müsebbibi yosemite'ydi. tarihini hatırlamıyorum ama bundan bir süre önce "dünyadaki bütün national parkları görmeden ölmek istemiyorum.." diye bir cümle kurmuştum. hala da aynı fikirdeyim.. zihnimde bıraktığı bütün detayları düşündükçe gurur duyuyorum. bizi yaratan gücün böylesine muhteşem varlıkları (!) da bize bırakmış olması şüphesiz ki muhteşem lütuf. aynı dünyanın farklı yerlerinde, sırf tabiat ananın sırrına varmak için adım atılası yerlerin olması bile bu hayatı yaşamak için bi' sebep..

kalan haftalarda yosemite'den bahsetmeye çalışacağım elimden geldiğince. çünkü zihnimde birikmiş, arşivimde kalmış çokça fotoğraf var. benim için hiçbir detayı kaybetmeden aktarmak boynumun borcu. yetmeyeceğine eminim ama yine de yazmak istiyorum, hem de haftalarca. bunun bir devrim olduğuna inandırdım kendimi. içcel bir devrim elbette.. lokasyonların en detaylısını verebilirim, sırf kimse bilmesin diye sessiz de kalabilirim ama yosemite hakkında yazmak tam anlamıyla yapılması gereken en sade şey!

sanıldığının aksine kolay olanı değil, zor olanı seçiyorum. yosemite'yi sevmek yerine anlatmayı seçiyorum..



..week 45 is over!


atlanta'daki bi' striptiz barın kibritler üzerindeki etkisi..

.

sanırım bütün hikaye ateşin icat edilmesiyle başladı. ardından insanoğlunun bütün enerjisi bu ateşi yanık tutmak üzerine gelişti durdu. devam eden süreçte ortaya kibritler çıktı, bildiğiniz kibritler. sonrasında yolum kesiştiği için bu kibritler sayesinde çok fazla hatıra biriktirdim, tabi kibritler de dahil. gittikçe çoğalmalarının ardından aralarından en nadide parçaları bir şekilde sergilemem gerektiği fikrine kapıldım ve sonrasında bu çıktı ortaya..


şuan kaderine terkedilmiş şekilde tavan arasında beklese de, bu belki de hayatım boyunca yaptığım en güzel şeylerden biriydi anılarım için. bir diğeri de bunları yazdığım malum yer..  sadece şunu anlatmaya çalışıyorum, her seferinde kullanıp yananları yere attığımız kibritler, ilk başka bahsettiğim amacın en güzel öğeleri değil de nedir? her birinin verdiği mesaj büründükleri renklerden çok, bulundukları anki sevincin birer protatipi gibi. sade oldukları kadar süslülerde. tıpkı atlanta'nın ücra köşelerinde size viski servisi yapan pink pony çalışanları gibi..

tek fark çıplaklık. elbette afrika dahil.. 




..week 44 is over!


balinalar, ben ve iki kadın hakkında..

.

latin tınıları eşliğinde seyr-ü sefer defteri yazılıyordu bu seferde de. kaptan kamarasından görünebilen ve bütün haşmetiyle bizi kendine hayran bırakan balinalar sayesinde. teknedeki herkes emeline bi' nebze de ulaşmıştı deniz tanrısı poseidon nezaretinde. kimi zaman yüksek sesle, kimi zaman da içimizden teşekkür ettik bütün bu olanlara..