nisan ayında londra'nın kendine yakışanı giymesi

.

üzerinden zaman geçince biraz, ilelebet payidar olacak kutsal toprakların ifade özgürlüğü ile dolu olması zaman alıyor sanırım. herkes kendi bildiği parçayı çalıyor mesela, flütle..
parklar bahçeler dolaşmak için biraz, estirdiğim terörün şehrine bilmem kaçıncı kez ayak basıyordum. marksist duygular besliyordum beyaz pandaların ölümüne. seyahat adı altında yaptığım şeylere lanet ederken ben, iğde ağacı rengini anlatmaya kalkışıyordum sana. duvarlarında nanide tablolar olsun diye belki de. oysa ki ben flüt dahi çalamıyordum. zürafaları örnek gösteriyordum sürekli, ahmaklığımın diz boyunu ölçerken.. 

@sekersizpastil'in ojektifinden
..çantalarımızı topladık. sanki ayrılışların bir başkası gelecekmiş gibi yaptığımız bu iş, az önce yaşadığımız ateşli sevişmeden sanki daha zevkliydi. sonradan farkediyorduk aslında durumun sıradanlığını. biz ayrılırken, fırına az önce koyduğu yemeği paylaşma azmi ile dolu ev sahibimiz, kız arkadaşının gözlerinde açtığı şarabı tadıyordu. kadınsa konuşulan helçeden bi' haber, meraklı gözlerle az önce çıktığı duştan artakalan ıslak saçlarıyla oynuyordu. teklifler geri çevrildi nazık bir dille ve yola koyulduk. kalanlar yine birdi, gidenlerse..
oysa ki o kadar da fena değildi açlığımız. belki tadardık o yemekten ama kaçırmaktan korktuğumuz otobüsle olan münasebetimiz, bütün londra seyahatinde bize eşlik eden içi yeşillik dolu sandviçlerden daha güzel durmuyordu. tam tadını almışken sevmelerin, bırakmayalım diyorduk. önüme gelen herkese, sokakta uzun uzun dudağından öpebildiğin bir kadının yanında ne kadar da mutlu olunabileceğini anlatıyordum ki; bilmem kaçıncı kez sen çıkageldin..

bir nevi aslına rücuydü yaptığımız. cuma gününden çıkıp pazar günü dönülecek bir yolcukta kendimize katacağımız tek şey, yine sadece kendimizdik. durumun benzerliğini; daha bitirmediğimiz yemeği önümüzden alan garsonla bağdaştırmaya kalkıyorsak da, beceremiyorduk. her şey yazılmıştı hesabımıza..

metroları kullanıyorduk mesela. yürümekten aldığımız zevk bambaşkaydı, el ele tutuştuğumuzdan olsa gerek. sırf bu yüzden gitmeden tartışmasını yapmıştık giyeceğimiz ayakkabıların. ben tarafsız kalmayı yeğliyordum. zira tek çift ayakkabım vardı ve bu savaşta tek kozumu da onunla harcamak istemiyordum. haklıydım, bu seyahate çıkmakta haklı olduğum kadar..

müzeler filan gezmeyi planlıyorduk ilk başlarda. sanatsal sevişmelerimiz olduğu kadar, eğlenceli sataşmalarımız da vardır bizim. tek perdelik oyunların saltanatını yıkıp, işi binbir gece masallarına çeviriyorduk. ilk seyahatinde birbirimizden tiksinmediğimiz için de binlerce seyirci topluyorduk salonlara. imrenerek bakan gözlere, alkıştan kızarmış avuçlar ekliyorduk. çok romantik olsun diye kırmızıyla kaplıyorduk bütün sahneyi. suretleri değil de, karakterleri ön plana çıkarıyorduk. hatta son oyunumuzda, aldığı suyun parasını tam ödemeyen bir ingiliz ile bir hintli'nin kavgasını canlandırıyorduk ki; gök kuşağı çıkageldi..


böyle edebi konuşmıcam elbette bütün yazı boyunca. ama insan seyahat kavramının temellerini kökten değiştirmeye kalkınca sıradan girişler yapamıyor bu sayfalara. bundan sonra sıradanlaşacak filan değil elbette anlatacaklarım. sadece biraz daha ağdasız olur belki. tabi yine şuraya gidin, şunu yapınlarla da dolu olmayacak. bunca seyahatten sonra şunu farkettim ki, insanlar yaptıkları seyahatlerin mantığına farklı amaçlar yüklüyor. tecrübeyle filan alakalı değil ha! bildiğiniz sıradanlığın uçsuz bucaksız algoritması. mesela kimse anlatmamış gittiği şehirde sevdiği kadının kokusunun nasıl geldiğini. hatta kimse anlatmamış o kokunun kendinde bıraktığı izi. sadece ben yapıyım diye belki de, bilmiyorum. işte sırf bu yüzden size londra'yı değil de, bende bıraktıklarını anlatıyorum..


yalnızlıktır dininiz; örneğin bir trenden dilediğiniz yerde ininiz..
30 yıllık ömrünü bu cümlede ne yazdığını anlamak için harcamış bir kadından bahsediyoruz. şaka değil! belki binlerce satır yazılabilir ifadenin muhteşemliği üzerine, bilemem. tek bildiğim böyle saltanat sahibi bir kadına yeni ülkeler vadetmeniz gerektiği..


zor değil, inanın bana hem de hiç zor değil. gidin bir demek papatya alın mesela. alın size yeni bi' dünya işte. sanırım sırf bu yüzden yaratan iki kulak bir dil vermiş bize. iki duyup bir konuşalım diye. halbu ki tersini yapmak ne hoş, ne güzel. hele de seni çok özledimlerde..

işte bu namelerde gelip geçen londra saatlerinde ben, biz olmanın çalkantılı anılarında serüvenlerimizi hafızama kazıyordum. resisif bir duygu yoğunluğundan öte, çomak sokulan tekeri icat eden insana yardakçılık yapmak her zaman daha mantıklı geliyordu. her birimiz aldatırken benliğimizi; adam dönen bir yuvarlağa, bir ahşap parçasını sokup insanları bertaraf ediyordu. sadece bu yüzden bile kendisine olan hayranlığım efsanevi satırlarla süsleniyor, kaderse ağlarını bu sefer daha kalın millerle örüyordu. kış geliyordu zira, üşümek insan doğasının baş köşesinde yine her zamanki haşmetiyle duruyordu..


planlı anılarımızın sanırım en güzeliydi. "londra'yı çekilir kılan kısa ama anlamlı seyahatler için gidiliyor olmasıdır" adlı tezimin savunmasına geç kaldığım rüyalar görüyordum. jüri üyeleri tarafından ayıplandığım, hatta ve hatta kınandığım bile oluyordu. destursuz bağa girişlerim daha önce de olmuştu halbu ki. ama bu sefer sanki başkaydı. aldığım kokular, içime çektiğim o kadın teni filan. bu satırları okunur kılanın benim anılarım olmasından öte, bir duygunun dışavurumu olması gerçeği ürkütürken tenimi; tekrar sanatsal satırlara sarılıyordum. servet-i fünûn dersini sanırım sadece bu yüzden seviyordum. dersi alttan alan onlarca kişi varken ben; rübâb-ı şikeste'nin derin, bir o kadar da vahim çukurlarında buluyordum kendimi. tevfik fikret'in bir orospuya bezettiği istanbul'dan bindiğim uçak; yanımda aşık olduğum kadınla beni, londra'nın o temiz sokaklarına atıyordu. halbu ki üstad tevfik, gördüğü bir su birikintisi yüzünden oropsu olarak adlediyordu istanbul'u. yenemediği, ırzına geçemediği için belki; hıncını benim o delik değiş hafızamdan alıyordu..

aslında bir insana bir şehri sevdireceksem, ona italya'yı / lucca'yı anlatırım. floransa değil mesela, venedik hiç değil. lucca'yı! aslında nice'i de anlatırım, belki cannes'ı ama hayır; ben lucca'yı anlatırım. görüp geçirmişliğim olduğundan filan değil ha, ben sadece lucca'yı anlatırım. neden diye soranlara da lucca'yı anlatırım mesela. ama sadece anlatırım. eğer kendimi sevdirmek istiyorsam da lucca'yı yaşatırım. olduğum yerden değil, kalkıp giderek yaparım bunu. ben aslında bir çok insana lucca'yı anlatırım. başkasına yaşatamayacağım için olsa gerek, ben artık sadece bir insana lucca'yı anlatırım..

aralarda verdiğimiz molalarda böyle yüksek kalorili hayaller kurduk ikimizde. uzak olduğun zamanlarda, dokunmak istediğin insana dokunamamak gibi. maliyetini hesaplamadığın bir tutam mutluluk; koca, koskoca bir tutam..

zamanın kısıtlı olması neyi değiştiriyordu ki; heves ettiğimiz zevkleri mi? koskoca bir şehri iki günde ne kadar yaşayabilirdik mesela; bu muydu final sınavında çıkan yetmiş puanlık soru. boş kağıt verip çıkanları da gördük, dolu kağıtla sıfır alanları da. bu yüzden kaygımız filan yoktu. tutumlu insanları oynuyorduk ikimizde. zor bulduğumuz bedenlerimizi istikrarlı ve yavaşça kullanıyorduk. doygunluk noktasına ulaşırken zihinlerimiz şunu farkediyorduk;

biz şehri değil aslında, kendimizi keşfediyorduk..


yolculuğun başlayışı ile bitişi arasında geçen süre, iki insanın feda ettiklerini geri kazanması ile doğru orantılıydı sanırım. buna mukabil açlık hissi de bir o kadar eski kafalılıktı. ilk defa içtiği biranın tadını, bilmem kaç paunda aldığı fıstığa katık edişindeki o pejmurdelik bile yakışıyordu yüzüne. sefil, bir o kadar da asi vücutlara  aşık olurken kadınlar, bunun ceremesini haketmeyen adamlara çektiriyordu. ateşe yaklaşırken öleceğini bilmeyen bir pervane edasıyla çağırıyordu gerçek bizi. hatta kış bitmiş, sıcaklar bile başlamıştı. üzerinden asma köprüler geçen bir nehrin kıyısında yapılan kahvaltılar bile vardı artık hayatımızda. doğduğumuz şehirlerden binlerce kilometre uzakta yalnızdık. romanların sayfalarında kaybolmak yerine bu satırları kaleme alıyordum mesela ben. o ise sabırsızlıkla okumayı bekliyordu..

bir keresinde küçük şehirlerde olmanın aslında daha mantıklı olduğunu sanmıştım. yanılmışım demedim bakın daha! sanmıştım. oysa ki büyük bir şehri küçükmüş gibi yaşamanın daha mantıklı olduğu kanısına vardım. bunda etkili olanın bana iki buçuk saat uzaklıktaki bir şehrin varolması sorunsalı kemirirken içimi, koskoca bir şehirde aklıma geleni yazabildiğim bir çatı katına sahip olmuştum. deniz gören bir terasım, sürekli yüksek sesle sevişen bir komşum ve kedisine sahip olmayan bir başka komşum daha vardı. işin garip tarafı neredeyse dört aydır su parası gelmiyordu. korkumun temelinde de susuz kalmam yatmıyordu ne yazık ki. küf kokan kitap satırlarından serinlik alıyordum ya, o yetiyordu..

sonuna yaklaştığım bi' yazı olmasa keşke diye feryat figan yakınmalar içindeyim. sesim arş-ı âlâya çıkmış, inmek için bekliyorken ilksen'i; son kez tövbe ettiğim fevkaladelikler için koyuyorum noktayı. bakın! bu satırı daha edebi hale getirebilmek için ne gerekiyorsa yapın emri verilmedi bana. ben konuştuğu gibi yazamayanlardanım. vadettiğim huzurda kaybolmasın diye böyle dağınık yazıyorum belki. merak ettiğin için biraz, biraz da sabrettiğin..


e tabi zor, öyle kolay değil bir anı paylaşmak. yazdığın her kelimede bir anlam aramalar filan kolay değil. kendini ifade ediş biçimindeki o sıradanlık yokederken bir çok kini, savaşların bitmesini istemen ne kadar komik..

ah rozalinda! öyle güzeldi ki tenin.. her dokunuşta saflığın solgun denizlerinde yüzdürüyordu utanç içindeki benliğim. ben adeta varoluşumu sana borçluydum. her adın geçtiğinde mahvolan zihnimi, seni hatırlattığı için şükran duyduğum zamana kurban ediyordum. düz, sefil ve bir o kadar utanç verici. annelik içgüdüsünü merak eden erkek hegemonyası bu. ah rozalinda! öyle güzeldi ki tenin..



ben çantamı bir gece önceden başladım toplamaya. yani eksik bi' şey yoktu emindim. fazlası bile olabilirdi. bunu düşünecek zaman filan aramaya gerek duymadım diyebilirim. duşumu aldım, hatta havluyla yarım saat kadar oturdum yatakta. eski seyahatlerimi düşündüm. sarışın olduğum için güneşe bakamamam sanki benim lanetimdi. tek avuntum yarın yağmurları ile ünlü şehre gidecek oluşumdu. güneş olmasa belki daha rahat ederdim. bunu söylemeye cesaretimi tam toplamışken kalktım oturduğum yerden. belime sarılı havluyu biraz daha sıkı bağlayıp çantama eğildim. havlu belimi sıkıyordu; lakin dert edecek kadar da aciz görünmüyordum. nasıl olsa yarın londra'da yağmur yağacaktı ve ben güneşe bakmadığım için rahat edecektim. sadist yargıları olan bir insan olmaya başlamıştım banyodan çıktığımdan beri. köleliği bile geri getirebilirdim hatta. havlu gittikçe daha beter sıkarken belimi çantaya ne için eğildiğimi unuttuğum geldi aklıma. kalktım eğildiğim yerden ve bir kere daha yarın londra'da yağmur yağmalı diye avuttum kendimi. sanırım var olan kredimi tüketiyordum melekler ile aramdaki. üstüne üstük çıplaktım ve çantama ne için eğildiğimi unutmuştum..

yatağa tekrar oturup biraz gevşettim belimdeki havluyu. sonra gariptir, bu yazıyı nasıl sonlandırmam gerektiğini düşündüm..









13 fikre tercüman olmuş:

Adsız dedi ki...

Kısknıyorum şuan o kadın her kimse.İşin kötü tarafı bu kadar güzelde anlatıyorsun sonra biz burada kalıyoruz tek başımıza.Adil değil bil istedim.

o kadın dedi ki...

Yokluğunda çok kitap okuyorum!

ilksen dedi ki...

İngiltere'ye gidiyorsan, karşıdan karşıya geçerken sola bakıp yola atladığında seni kapşonundan tutup kenara çekeceğine güvendiğin adamla git demiş atalarımız. ben öyle yaptım.

@Adsız 'a ithafen: Hakan günday bir kitabında şöyle yazar, ben de çok severim:

"hiç bir şey geçmeyecek, kimse kurtulmayacak. çünkü tanrının tanrısı yok. Biz o'na inanıyoruz ama o hiç bir şeye inanmıyor. Belki de tek gerçek tanrısız tanrının ta kendisi. Tanrısızlık tanrıya mahsus. Bu yüzden kurallarda asalet ve adalet arama. Çünkü tanrı ne asil ne de adil olmak zorunda."

bi de atalarımızın sık yaptığı bir şey kıskanınca popoyu kaşımaktır. nazar değmesin diye ;)

@o kadın'a ithafen: kitap candır, Boris Vian sevdiğim bir yazardır. Günlerin Köpüğü favorimdir. tavsiye ederim ;)

FKH dedi ki...

şimdi londra'da yaşananları çok detaylı anlatamadım ama; yakında yaşanacak seyahatleri bir gezi yazısı havasında yazacağım için bu sefer es geçiyorum. tabi durum böyle olunca size kapşonundan tutup çektiğim kadının diğer anılarını anlatamıcam, bu biraz kötü oluyor işte :/

ha unutmadan; sana bi' mont alalım ilksenim, o tüylü kapşonlu büyük gelmeye başladı iyice :)

(bol gelen montlar görünce üzülüyorum)

uçak bileti dedi ki...

www.ucakbiletiks.com
Sizi ucakbiletiks.com da makale yazmaya davet ediyorum.

rentacar06 dedi ki...

Ucakbiletikse katılıyorum ve ben de siteme makale yazmanızı teklif ediyorum.

tripturkiye dedi ki...

Aslında varsa yoksa Türkiye'miz tanıtılsa ne güzel olur.

G R İ ❥ dedi ki...

Where are you now ?

Ozer Utku dedi ki...

Haftaya rotam Londra.

Aygülce dedi ki...

kıskanılası...

Fethiye dedi ki...

Çok güzel anlatım ve resimler.

Teşekkürler

gezgin dedi ki...

Güzel bir şehirde güzel bir gezi olmuş.

Leydi'nin Günlüğü dedi ki...

Londrayi anlattigin gibi yasamak uzere bekliyorum...gidecegim gun cok yakinlarda..
Guzel paylasim olmus..tesrkkurler..
Grilady.blogspot.com

Yorum Gönder

hani duşa girersin de su ısınana kadar geçen süre içinde yaşadığın üşüme vardır ya?

hahh işte o anlarda aklına takılan bir yorum olsun..